Cumartesi, Haziran 13, 2020

Kandilli’de Cinayet-2- Olaylar Gelişir




Güney Afrika bandralı, devasa Pink Cigarette, Kenya’dan demir almış, dünyanın bir çok farklı şehrindeki limanlara uğramış, bir hayalet gemi gibi İstanbul boğazına doğru yaklaşmaktaydı. Greenpeace filosundan Esperanza ise zaten bir süredir Karadeniz’deydi. Ama o da yönünü İstanbul boğazına çevirmişti.

Kancanın büyük bir iştahla buluştuğu boğazın serin sularında dolaşan vapurlar, sıkıcı kaderlerinin peşinden gidedursunlar, o öğleden sonra yaşanacak tüm kargaşaya rağmen Kandilli İskelesi’ne yanaşacak tekne, yakında kayıplara karışacak tek yolcusu ile karşı kıyıdan henüz hareket etmemişti. Berber, her zamanki gibi boğazın kenarında yerini almış, basında fötr şapka, güneş gözlüğü, ağzında purosu ve elinde oltası, yanında getirdiği sandalyesine gömülmüş, neşe içinde etrafına bakıp anın keyfini çıkarmaktaydı.

Oltanın ucundaki yem suda hareket ederken, o, dün gece konuştuklarını düşünüyordu. Düşündükçe keyifleniyor, içi içine siğmiyordu. Başlarda imamı ikna etmek zor olmuştu. Ama sonradan, en çok da sanki o sahiplenmişti fikri. Gece boyunca tartışmışlardı. Kolay değildi: Bir cinayeti işlemeye karar vermek, ki daha kimi öldüreceklerini bile bilmeden, sadece öldürmeye, hele de dördünün ortak kararı olması; bunlar zaman alan işlerdi.  Konuyu, ev sahibi olarak berber açmıştı;

-Gencinden yaşlısına her yaştan insan oturdu bu koltuğa. Ne hikayeler dinledim yıllarca! Başlarda hepsi keyifli birbirinden ilginçti. Ama son zamanlarda, nasıl desem… Sanki hepsi birbirinin kopyası. Herkes artık üç aşağı beş yukarı aynı hayatı yaşıyor. Sıkıldım dinlemekten. İnsan düşünmeden edemiyor; bir fazla bir eksik ne farkeder? Bu koltuğa bir ölüyü oturtmak öte yandan, onu konuşturmak, traş etmek: Bundan sonra diyebilirim ki artık benim son arzum.

Bunları söylerken berberin gözleri doldu. Berber dükkanında gece yarısı duygusal anlar yaşanıyordu.

İmam konunun nereye gideceğinden habersiz, musalla taşında şimdiye kadar kimsenin yatmadığından, bu nededenle hissettiği eksiklikten dem vurdu. Bilinmez, belki bahsettikleri de imamın son arzusuydu.

Kasap pek birşey söylemedi, ama berberin konuyu nereye getireceğini hemen anlamış, müthiş keyiflenmişti. O da artık envai çeşit hayvan eti işlemekten, temizlemekten ve tüketmekten sıkılmıştı.

Lostracı, berber koltuğuna oturmuş kendi etrafında dönüyordu. Bir ölünün ayakkabılarını boyamak ha! diye içinden geçirdi. “Müthiş keyifli olacak.”

İmam, iyi de mahallemizde kimse ölmüyor işte. Öleceği de yok Ne yapabiliriz ki? Diye sordu. Berber, kasap ve lostracı önce birbirlerine bakıp sonra da imama döndüler.

-Bizim de artık bekleyecek sabrımız yok.

İmamın ikna süreci zaman aldı. Belki de tam olarak ikna olmadı.  Ama gecenin son sorusunu yine o sordu:

-Peki kimi öldüreceğiz?

Kasap ve Lostracı birbirlerine baka dursun, cevap berberden geldi;

-Tabii ki kimi öldüreceğimizi, bize O söyleyecek.

Diğerleri berbere boş boş bakarken o devam etti.

-Boru değil! Yanıbaşımızda, yaşamın ve ölümün kaynağı, kutsal Boğaz var. Tek ihtiyacımız uygun bir adak. Sizin anlayacağınız uygun bir yem. Gerisini hallederim ben.

Bu sefer de bakışlar Kasap’a döndü.

Planın ilk parçası hazırdı. Ayrılmaya karar verdiler. O sırada dükkanının dışındaki karaltı hızlıca uzaklaşıp fırının kapısından içeri süzülüverdi.

Kancanın etrafına toplanmış, yemi koklayan balıklar birden dağıldılar. Derinlerden hızla yaklaşan karaltı kancaya bir şeyler iliştirdi. Sonra da misinayı sertçe çekip, geldiği gibi hızla uzaklaştı. Berber misinayı, sanki, usturasını yumuşacık bir suratın üstünde hareket ettiriyormuşcasına, sakin ve yavaşça çekmeye başladı. Evet, zamanlama da önemli ama esas mesele yemi doğru seçmek, diyordu içinden. Hep söylerim işin püf noktası yem. Doğru yemle bu boğazdan çekemeyeceğin şey yok, diye geçiriyordu içinden. Kasap sağolsun.

Derken, önce boğazın yıllardır kimsenin tanık olmadığı mükemmel maviliği çıktı sudan. Berber misinayı çekmeye devam ederken, hadi hayırlısı, dedi içinden. Çocukluğundan bir an geldi sonra; bir öğleden sonrası, diz kapakları yara bere, kabuk bağlamış. Uyumakla uyumamak arasında. Belli ki yatakta. Evin büyüklerinin sakin, güven veren konuşması duyuluyor. Kahkahalar belli belirsiz uzaklardan eşlik ediyor. Sonra öksüz, kim bilir kimin? Bir düş kırıklığı çıktı sudan. Hemen arkasından, gençliğinden tadına doyulmaz bir an. Çektikçe çekiyordu berber. Acaba, dedi; film şeridi falan… Şöyle yokladı kendini, dinledi heyecanla atan kalbini. Sonra bir ‘oh’ çekti sudan.  Ardından da oltanın ucunda, kancanın takılı olduğu bir mantar ve içinde bir maket tekne olan, o mantarla kapatılmış minik şişe.  Ulan ne yemmiş! Kasap büyük adamsın dedi içinden. Şişeye dikkatlice bakıp, maktulu getirecek teknenin adını okudu. Sonra da kıs kıs gülmeye başladı.

-Daha iyi bir seçim olamazdı kutsal boğaz manitusu.

Hem Çanakkale hem de İstanbul boğaz kontrollerini nasıl aştığı bir türlü aydınlatılamayacak olan Pink Cigarette ve o saatlerdeki boğaz trafiğine nasıl olmuşsa ters yönde giriş yapan Esperanza, Kandilli civarında, güpegündüz, destansı bir şekilde birbirlerine girdi. Esperanza çok büyük hasar görmemiş, öte yandan Pink Cigarette birkaç saat içinde boğazın dibini boylamıştı. Kaza öncesinde herhangi bir vapur düdüğü duyulmamıştı. Ne rüzgar, ne sis ne de başka bir doğa olayı görünürde kazaya yol açmamıştı. Devasa Pink Cigarette’yi takip eden hiç bir römorkör ya da bot yoktu. Esperanzanın peşinden gelenler ise, müdahele edemeyip, sadece olaya yakından şahit olabildiler. O güne dek İstanbul boğazında bir çok farklı kaza meydana gelmiş, boğazın her yakasına sürüklenen gemiler karaya oturmuş, yalılara zarar vermiş, boğaz girişinin her iki tarafında da çarpışmalar yaşanmış, ama boğazda, böylesine bir kaza; iki geminin çarpışması daha önce hiç gerçekleşmemişti.

Berber malzemelerini toplamış, maktulun mükemmel bir seçim olduğu düşüncesiyle içi içine sığmıyor, bir an önce diğerlerine haber vermek amacıyla mahalleye doğru yürümeye başlamıştı ki, inanılmaz şiddette bir gürültü duyuldu.

İmam, aklında dün gece konuştukları, stresli olduğu zamanlarda hep yaptığı gibi caminin ortasında, yüksekçe bir merdivenin üstüne çıkmış avizenin camlarını parlatmaktaydı. Kazanın şiddetiyle altındaki merdiven sarsılmış, o da, caminin dev pencerelerinden kazaya şahit olmuştu.

Kasap ve Lostracı ise, Kasabın mekanının yanındaki toprak alanda bilye oynuyorlardı. Mahallenin çocuklarını uzun süre önce üttüklerinden, onlar sadece izleyebiliyordu. Gürültü ile birlikte hem oyuncular hem de izleyiciler uzaktan boğazı görebildikleri meydana koştu.

Tam bir panik anıydı yaşanan. Önce çoğu mahalleli deprem olduğunu sanmış, oraya buraya koşturmuş ama hemen sonrasında durum anlaşılmıştı. Yoldan geçen araçlar da durmuş, herkes kazayı daha yakından görebilmek için bu sefer de boğaza doğru koşuyordu. Berber ise şöyle bir geriye doğru bakıp yoluna devam etmişti. Sağından solundan insanlar ters yönde koşa dursun, o elindeki şişeye bakıp aklından şu dizeleri geçirdi:

- “haliç'te bir vapuru vurdular dört kişi
demirlemişti eli kolu bağlıydı ağlıyordu
dört bıçak çekip vurdular dört kişi
yemyeşil bir ay gökte dağılıyordu”

İmam bakışlarını kazadan parlatmakta olduğu avizeye çevirip söylendi:
-“ deli cafer ismail tayfur ve şaşı
maktulun onbeş yıllık arkadaşı
üçü kamarot öteki aşçıbaşı
dört bıçak çekip vurdular dört kişi”

Lostracı, kasap ve çocuklar boğaza bakarak hep bir ağızdan devam ettiler:
-“ cinayeti kör bir kayıkçı gördü
ben gördüm kulaklarım gördü
vapur kudurdu kuduz gibi böğürdü
hiç biriniz orada yoktunuz”

Berberin biraz önce terkettigi yerin biraz ilerisinde, iki yalı arasında kalan kimsenin pek bilmediği deniz seviyesinden bir nebze yüksek, kuytu, beton platforma önce elleri ile tutunan Ayşe Hatun, sudan çıkmadan dönüp, tekrar kaza yapan gemilere baktı ve mırıldandı:
- haliç'te bir vapuru vurdular dört kişi
polis kaatilleri arıyordu
deli cafer ismail tayfur ve şaşı
üzerime yüklediler bu işi
sarhoştum kasımpaşa'daydım
vapuru onlar vurdu ben vurmadım
cinayeti kör bir kayıkçı gördü”

Çok geçmeden kaza türk ve yabancı haber kanallarının bir numaralı konusu haline geldi. Yabancı çevre örgütleri ve -batan geminin kargosu nedeniyle- hayvan hakları dernekleri hemen gözlemcilerini İstanbul’a doğru yola çıkardılar. Ama asıl cümbüş Pink Cigarette’nin kaptanın açıklamaları sonrası kopacaktı.

Televizyonlara yansıyan ilk bilgilere göre Pink Cigarette’nin yükü dünyanın farklı bölgelerindeki limanlardan topladığı envai çeşit kaçak hayvandı. Gemi uzun süredir aranıyordu. Başka bir ilginç nokta ise gemi çalışanlarının hepsinin Kaptan’ın akrabası olmasıydı. Kazada hiçbir insan hayatını kaybetmemiş ama gemide ne kadar hayvan varsa hepsi boğazı boylamıştı. Hayvanlardan kurtulan olup olmadığı, Avrupa ya da Anadolu yakasına çıkıp çıkamadıkları ile ilgili haber kanallarına ulaşan herhangi bir bilgi yoktu. Sadece Esperanza’daki tayfalardan bazıları, kazanın olduğu sırada boğazın Anadolu yakasında sudan çıkan bir deniz kızı gördüklerini iddia ettiler.


Pink Cigarette’nin kaptanı kurtarıldıktan sonra ailesi ile birlikta gözaltına alınmış, bir süre konuşmayı reddetmişti. Ama daha sonra, yapacağı açıklamanın hiç değiştirilmeden haber kanallarında yayınlanması şartıyla kararını değiştirmişti.

Açıklamaları Türk ve dünya kanallarında aynı anda yayınlandı: Kaptan kaçak hayvan taşımadıklarını aslında Pink Cigarette’nin modern zamanların ‘Nuh’un Gemisi’ olduğunu, yaşanan küresel ısınma nedeniyle, dünyanın öngörülenden çok daha yakın zamanda suyla kaplanacağını, kendisinin ve ailesinin bu kutsal görevi gizlilikle yürütmek için seçildiklerini iddia edip, Greenpeace gemisi tarafından batırılmalarını ise çok manidar bulduğunu belirtmişti. İstanbul’a ilk defa geldiğini, daha önce fırsat bulamadığını, bunun için çok üzgün olduğunu, ama boğazın dünyada bir eşi daha olmadığını, kendisinin ve ailesinin çok daha farklı şartlarda burada olmayı isteyeceklerini ama yakında İstanbul da suyla kaplanacağından bunun ne yazık ki mümkün olmayacağını sözlerine eklemişti. Kendisine sorulan, peygamber olup olmadığı ya da Karadeniz’de nereye gitmeye çalıştığı sorularını ise yanıtsız bırakmıştı. En son da görüldüğü iddia edilen deniz kızının kendileriyle bir ilgisi olmadığını belirtmişti.

Açıklama geniş çaplı deprem etkisi yarattı. Merkez üssü İstanbul olup tüm dünyaya dalga dalga yayılan bir depremdi bu. Çok geçmeden Dünya’nın farklı şehirlerinde gösteriler ve kundaklamalar başladı. Kimin neyi savunduğu, hangi taraftan olduğu anlaşılmaz hale geldi. Sivil toplum örgütleri, farklı dinlerin liderleri, politikacılar, sanatçılar, bilim adamları bir biri ardına açıklamalar yapıyordu. Genel olarak politik düşüncesi, içinde yer aldığı sivil toplum örgütü, ya da dini görüşü her ne olursa olsun, bir grup, kaptanın açıklamalarını destekliyor, onu samimi buluyor, ama benzer dünya görüşüne sahip bu yapılar içinde onun tam bir düzenbaz olduğunu düşünenler de karşı cepheyi oluşturuyordu.

Bazı çevreci örgütler kaptanı destekleyen mesajlar vermişler öte yandan Greenpeace’i davalarına ihanet ettiği için lanetlemişlerdi. Bu görüşlere katılmayan diğer bir çevreci gurup ise, Greenpeace personelinin dünya çapında hayvan kaçakçılığı yapan bir mafya ailesinin planını can siperane biçimde çökerttiği için boğaza heykellerinin dikilmesi gerektiğini ifade etmişti.

Öte yandan hayvan hakları dernekleri de, karpuz gibi ortadan ikiye ayrılmış, bir grup aslında olayın kaza olmadığı, aksine içinde kasıt bulunduğu ve yaşananın Greenpeace tarafından gerçekleştirilen adeta bir soykırım olduğunu iddia etmiş, karşıt görüştekilerse bu yaklaşımın davalarını sulandırmaktan başka bir işe yaramadığını belirtmişti.

Greenpeace resmi bir açıklama yapmış, bu olayın çevreci hareketi parçalayıp etkisiz hale getirmeye çalışan uluslararası bir komplonun en son halkası olduğu, Esperanza’nın kaptanı ve personelinin suçsuz olduklarına inandıkları, davalarından böylesine sudan sebeplerle vazgeçmeyecekleri ve hukuki süreci yakından izleyecekleri yönünde görüş bildirmişti.

Bir grup din adamı böylesine kutsal bir görev için seçilen geminin isminin Pink Cigarette olmasının kabul edilemeyeceği şeklinde görüş bildirmiş, ama bu açıklamalar Feministlerin hışmına uğramış ve çok sert tepki görmüştü.

Pink Cigarette kaptanının açıklamalarının büyük bir yalan olduğunu, kendisi ve ailesinin aslında hayvan kaçakçılığı yaptığını iddia eden bir grup din adamı, hayvan hakları savunucusu ve özellikle muhafazakar politik düşünce gruplarının en önemli kanıtı geminin kaptanı ve mürettebatın Çinli olmasıydı. Bu yaklaşım da İnsan Hakları derneklerinin büyük tepkisini almış ve düpedüz ırkçılık olarak değerlendirilmişti.

İstanbul ama özellikle boğaziçinin iki yakasındaki semtler, yerli yabancı sivil toplum örgütleri, farklı din ve politik görüşe sahip çevrelerin bıkıp usanmadan gösteri ve açıklama yaptıkları, tüm bu olup biteni yakından takip edip yayınlamak isteyen basın ve medyanın ise bir daha hiç ayrılmamamak üzere kamp kurdukları mekanlar haline gelmişti.

İstanbul, sanki Osmanlı zamanındaki ihtişamını yeniden yakalamış, bir kez daha Dünyanın merkezi haline gelmişti. Oteller dolup taşıyor, restoranlar talebe yetişemiyor, ev ve arazi fiyatları roket hızıyla yükseliyordu.

Kazanın üzerinden neredeyse 1 hafta geçmiş, devlete yakınlığıyla bilinen, adı hem özel, hem de iş hayatı ile ilgili birçok skandala karışmış, kötü üne sahip, iş adamının kayıp haberi basılı ve görsel basında, çok sınırlı ölçüde yer bulabilmişti. Haberde kazanın olduğu gün, özel teknesi ile Kandilli iskelesine yanaştığı ancak, o hır gür içinde korumalarının izini kaybettiği, kendisinden bir daha da haber alınamadığı belirtiliyordu.

Kasap, güneşli ve hafif esintili, Kandilli öğleden sonrasında, dükkanının dışına, bazen bilye de oynadıkları toprak zemine iliştirdiği büyük tahta masa üzerinde kurdukları sofrada, lostracı ve berbere bir süredir özenle beklettiği etin en yumuşak ve leziz kısmından ikram ediyordu.

-İmam nerede kaldı, diye sordu diğerlerine lostracı.

Çok geçmeden, iskeleye inen yokuşta önce bir şempanze sonra da sempanzeyi omzunda taşıyan imam belirdi. Arada bir, önce imam sonra da şempanze arkalarına, boğaza dönüp bakıyorlardı.
Berber:
-Vay! Hoşgeldin. Görünen o ki ünün kıtaları ve de insanları aşmış imam effendi. Bu omzundaki cemaatinin son üyesi mi?
-O, sanırım, boğazın bize taa uzaklardan getirip sunduğu evrimin ve inancın tek bedende bütünleşen ufak bir kanıtı, diye cevap verdi berberin sorusuna lostracı. Sonra da imama dönüp devam etti:

-Hazır ol! Dostumuzu bu akşam traş edip ayakkabılarını boyadıktan sonra gece yarısını geçince senin musalla taşına getireceğiz. Sonrasında gozlerden uzakda istediğin gibi, bir törenle uğurlarız. Hazırlıklara başlayabirisin.

Kasabın pişirdiği etlerden damlayan kan imamın dikkatinden kaçmamıştı. Her zaman eti iyi pişirirken bu sefer belli ki az pişirmişti. Şarap da her zamankinden daha kırmızıydı. Ne olduğunu anlamış, bu durum pek hoşuna gitmemiş ama lostracının verdiği haber nedeniyle hissettiği heyecan bu hoşnutsuzluğunu bastırmıştı.

İmam omzunda şempanze uzaklaşırken:
-Tek parça olmalı, sakin abartmayın! Bozulmamış ve tek parça olmalı, diye tekrar etti.

Kasap arkalarından bakıp, haklı, dedi.  Sonra da eliyle işaret edip, sempanze etini lezzetli hale getirmek zor iş, çok uzun süre pişirmek gerek, dedi.

-Belki de milyonlarca yıl, diye ekledi, çiğnemekte olduğu etten inanılmaz keyif alan lostracı.

Devam edecek.

Merkezefendi dinledi
LonesomeWyatt and the Holy Spooks – Big Lie
El Creepo – Sick Amore
Those Poor Baştards –Give Me Drugs
Mastadon – Stairway to Heaven
The Dillinger Escape Plan – Mouth of Ghoşts
Mr. Bungle – Pink Cigarette

Hiç yorum yok: