Pazar, Mayıs 16, 2021

ZAZU

 


Bizimkinin adı Zazu. Tüylü kardeşim. Nüfus cüzdanında öyle yazıyor: Adı: Zazu. Soyadımız aynı. Tekir kedi Zazu gayet şahsına mırnav; o isterse seviliyor, işine gelirse seslenmelerimize tepki veriyor. Aslında iki solumuzdaki evin kedisiyken, gel zaman git zaman, önce ikametini bizim eve aldırıyor, sonrasında bizimkiler nüfusularına da alıyor.

Zazu gün içinde zamanının önemli bir bölümünü uyuyarak geçiriyor. O nedenle geceleri daha hareketli. Öte yandan, en azından yılın bu zamanı, öğle saatlerine doğru evin önündeki çiçeklerin arasına saklanıp kafasının üzerinden gelip geçen kırlangıçları sözümona avlamaya çalışmak gibi bir ritüele de sahip. Genelde bu çalışmalar hüsranla sonuçlanıyor. Kırlangıçlar neşe içinde alçak uçuşlarına devam ederken, Zazucuk sonunda kös, kös kuru mamaya talim ediyor. 

Geçen gün bu düşüncelerle, yine başarısız bir av sonrası, takır tukur mamasını yiyen Zazuya sırıtarak bakıyordum ki birden bana döndü. Ne var? Ne sırıtıyorsun pişmiş kelle gibi? Bazılarımız da sabaha kadar barlarda dolanıp sözümona hatun götürmeye çalışıp sonra kös, kös evdekine talim ediyor, gibi bir şeyler mırıldandı. Önce şaşırıp acaba kiminle konuşuyor? diye etrafıma baktım. Ama kimse yoktu. Sonra bir hışım, ağzında mama varken konuşma, deyip bastım tokadı. Sana ne lan benim özel hayatımdan? Hem uzun süredir barlara da gitmiyorum. Ya senin özel hayatına ne demeli? Kısaca yok, sıfır. Salak kedi! Duyan da Şerafettin konuşuyor sanır. Hıh! Kim bilir beni kiminle karıştırdı? Nalet olsun seninle kardeş olduğumuz güne.

İki yan komşumuz besledikleri 5 kedi ve 3 köpekle apayrı bir kategorideler. Evlerini, kapılarını çalan tüm sahipsiz ya da terkedilmiş kedi ve köpeğe açan bu komşumuzun başvuru sahiplerinde aradıkları tek şart kısırlaştırmayı kabul etmeleri. Öte yandan bu talepleri diğer tarafımızdaki komşumuz ‘Müzeciler’ tarafından sürekli eleştirilmekte. Kendileri karı koca arkeolog olmasına rağmen ebeveynlerim onları ısrarla ‘müzeciler ‘diye dillendiriyor. Müzecilerin de bir köpeği var. Adı Hera.

“Rheia Kronos’un yatağına girince

Şanlı evlatlar doğurdu ona:

Hestin, Demeter, ve altın sandalli Hera”

 

Mitolojide geçen o eski günlerini belli ki mumla arıyor: Günümüzün Hera’sı, ön ayaklarını ileriye, arka ayaklarını da geriye uzatarak güneşlenmeyi seven küçücük ve simsiyah bir bulldog. Altından sandal falan da göremedik, tek varlığı boynundaki tasması. Arkeologlarımızdan daha iyi mi bileceksiniz?

Gelelim 5 kedi ve 3 köpeğe. Kedilerin 3 tanesi hakkında hiçbir fikrim yok, dışarı çıkmıyorlar, hep evdeler. Sadece varlıklarından haberdarım. Diğer ikisi Can ve Vilma. Can, bazı komşular tarafından ‘Dombili’ olarak da biliniyor. Hareketleri ve vücut yapısı itibariyle minyatür bir kaplan gibi. Öte yandan kendisi ayırdında olmasa da Babamın en azili düşmanı. Zazu’yu her kafası bozulduğunda dövdüğünden, Babam karşılaşınca  Can’ı taş, sopa artık eline ne geçerse kovalıyor. Can da, anladığım kadarıyla, korkmuş gibi yapıyor. Aslında pek de sallamıyor olan biteni. Hala bizim bahçede umarsızca geziyor, arada fırsatını buldu mu Zazu’nun mama kabından besleniyor Bu arada ‘Can’ ismi sizi yanıltmasın, kedimiz dişi. O dişi bir kaplan.

Komşumuzun diğer kedisi de dişi. Adı Vilma. Vilma adeta gamsızlığın tüylü ve kuyruklu hali. Tam bir gönül kedisi. Vilma öncelikle özel mülkiyet kavramını dipten temelden reddediyor. Her açık kapıdan giriyor, kabul görüyorsa istediği kadar kalıyor, odalar kapılar onun için hiç bir şey ifade etmiyor. İsteyene de kendisini sorun çıkarmadan sevdiriyor.

Mahallenin en azılı çetesini oluşturan 3 haydut köpekten birisi Maske filminden çıkmış gibi, sanırım Jack Russell Teriyer, diğeri Border collie kırması. Sonuncu ufarak köpeğin cinsi ile ilgili kimsenin bir fikri yok ama kendisi her daim sinirli. Geçen yaz ekibe dahil oldu.  Sahibi tarafından terkedilmiş, sürekli bunalım halde mahallede belirmişti.


Önümüzdeki yoldan bir köpek geçmeye görsün, Jack, üst kat balkonları ile aynı seviyedeki, diğer taraftlarındaki komşularının terasının kiremit kaplı pergolesinin üzerinde yerini alıyor, Collie kendi balkonlarından ve çetenin son üyesi ama en azılısı Kovit (Evet ismi Kovit) ise çoğu kez, bizzat  yola kadar inip, hep beraber avazları çıktığı kadar havlamaya başlıyorlar. Kovit bazen iyice coşup bizzat saldırıya geçiyor, hatta köpeklerin sahipleri tırsıp köpeklerini kucaklarına alırsa bu sefer de sahiplerini hedef alıyor. Yoldan günde ortalama 40-50 kere köpek geçtiğini varsayabilirsiniz.

Tatil sitesinde en yaygın evcil hayvan kesinlikle kediler. Çoğu, sitenin ilgisine haiz, yazları, evlerin kedileri oluyorlar, kışları ise site yönetimi tarafından ihtiyaçları karşılanıyor.

Uzak mahallelerin birindeki evde olup bitenler ise tamamen bambaşka bir hikaye. Yaklaşık 80 kedi, hep beraber bir evde sahipleri yaşlı kadın ile konaklıyor. Bu kedi sürüsünün sahibi, söylenene göre her yıl; Ortaköy’deki evinden bu kedileri getirmek için bir kamyonet tutuyor, kedileri aracın kasasına bindiriyor. Yeteri kadar mama, su artık nasıl organize ediliyorsa, saatlerce yolculuktan sonra mekana ulaşılıyor. Bu arada bahsettiğim evin önünden birkaç gün önce geçtim. Gerçekten evin sadece balkonunda 20-30 kediyi  uzaktan ben bile sayabildim.

Sitemizde, geceleri ve sabahın erken saatlerinde, evlerin bahçelerinde yaban eşekleri de görülebiliyor. Kimseye bir sıkıntı verdikleri yok. Gayet kendi ekmeklerinde, mülayim hayvanlar. Kovitin onlardan öğreneceği çok şey var. Yazlık site olduğundan eşekleri evcilleştirme gibi bir ihtiyaç kesinlikle yok. Onların da görünürde, şu evlerden birine kapağı atalım gibi bir dertleri yok. Bazen büyük kabahatlerini bahçelere bırakıyorlar o kadar.

Önümüzden geçen yol, diğer tarafındaki plajı ve hemen ilerisindeki denizi cam ağaçları içinde yan yana sıralanmış evler ve bahçelerden ayırıyor. Yaklaşık 200 metre solumuzda ise ufak bir yarım ada site için  iki ayrı koy oluşturuyor. Yarım adanın en ince olduğu, yukardan bakıldığında, gayet egzotik görünen kısımda ise bu sene site çalışanlarının simsiyah cins horoz ve tavuk yetiştirdiğine tanık oldum. Bu site çalışanları ya da eşleri, bir şekilde edindikleri golf arabasıyla serbest gezen belki bazen de yüzen tavukların, horozların mekanına gidiyor. Tavuklar artık nereden çıkıyorlarsa birden çalıların arasından belirip onları karşılıyor. Etraf toz duman, kum vesaire büyük bir kucaklaşma oluyor. Bu görüşme kısa zamanda tamamlanıyor. Sonrasında golf arabası geldiği gibi gerisin geri dönerken, tavuklar da birden ortadan kayboluyor. O arada ne olup bittiği tam bir muamma. Böyle absürd bir olaya tanık oldum.

Evet. Pekala farkettiğiniz gibi, sitemizde eşek var, köpek var, kedi var ve hatta  horoz da var. Neden masal olmasın?

Bazı günlerde, güneş batarken bir sandalye çekiyorum bahçeye, çimlerin üzerine. Zazu da gelip yanıma kuruluyor. Önce bakışlarımızı gökyüzüne çeviriyoruz. Şekil ve renk değiştiren bulutlara ya da geçmekte olan kim bilir hangi uçağın bıraktığı izlere bakıyoruz. Sonra, az ötemizde uçup giden bir  martıya yoğunlaşıyoruz. Biz de onunla uzun süre kanat çırpıyoruz. Ve denize, dalgalara çeviriyoruz bakışlarımızı sonra. Belki de bir balık vücudunu iyice gererek zıplıyor dalgaların arasından. Zazu ile ben de heyecanlanıyorum, doğruluyorum oturduğum yerden. Ardından tekrar gevşiyoruz. Sonra önümüzdeki yoldan geçen bir kız çekiyor ilgimizi. Göz ucuyla bir bakış atıyorum Zazu’ya. Hiç oralı olmuyor. Güneş uzakta dağların arkasında kaybolurken bir rüzgar esiyor yolun kenarındaki palmiyelerin arasından ve Zazu’nun bıyıkları titreşiyor. Uzanıp çenesinin altını okşuyorum. Bana dönüp dostça, anlar, diyor.

-Önemli olan sadece anlar.

 

 

Merkezefendi sizin için dinledi

The Growlers – Going Gets Though

Reverend Beat Man – Bring It Back

King Krule –Easy Easy

Joe Strummer – Sleepwalk

New Model Army – Far Better Thing

The Growlers – Shadow Woman

Don’t Cling To Life - The Murder Capital

Marc Ribot, Los Cubanos – Esclovo Triste

Salı, Şubat 09, 2021

Minik Kırmızı Tencere ile Kocaman Pazar Torbasının Hikayesi

 


İlk gördüğümde anlamamıştım.

Hem öylesi zaten çok nadirdir.

Hava kararmak üzereydi.

Kış mevsiminin görece ılıman günlerinden biriydi.

Güneşin şaşalı dönemleri çoktan geride kalmış ama o zamanları anımsatan, yolunu kaybetmiş yorgun bir ışık yığını belki zamansız ama kendi halinde ufak bir mucize yaratmak istercesine köşeleri tutmuştu.

Tam da camdan dışarı bakıyordum.

Herhangi bir an değildi.

Öyle ya da değil,

Belki de kendini tekrar edemeyen

Herkesin unuttuğu bir ritmin peşinde koşan yorgun dizeler gibiydi

Söyle bana dile getirilmeyen başka ne kaldı diye sordu yüzyıllardır yanımdan ayırmadığım sadık köpeğim.

Sanki öylesine bir kaygı elle tutulabilirmiş gibi havladı.

Kendimi çekip irkildiğimi hatırlıyorum.

Kendine sakladığın, sadece yalnız kaldığın zamanlarda dile getirdiğin,

Ezberindeki o zavallı  birkaç cümle ile açıklanamayacak,

Acınası sıradanlığın ya da dayanılmaz sıkıcılığın yansıması,

Belki bir an da olsa o ışık yığınının aydınlattığı odanın camlarında belirdi.

Dedim ya ilk gördüğümde anlamamıştım.

O sırada görüş alanıma girdi.

Sağ elimde minicik kırmızı tencere, sol elimde ise kocaman bir pazar torbası sakince yürüyordum.

 

Merkezefendi sizin için dinledi

Moderator – Cat’s Eyes

Marty Stuart – I’ve Been Around

Al’ Tarba, Deigheugi - La Plage

 Bexter Dury  - I’m Not Your Dog

Sault  - Sorry Ain’t Enough

Slash, Andrew Stockdale – By the Sword

Pazar, Kasım 15, 2020

Kandilli’de Cinayet-3 – Bir Maceranın Sonu

 

Kasap, omzunda şempanze yokuştan inen İmam'ın, maktulu kastederek, “Tek parça olmalı, sakın abartmayın! Bozulmamış ve tek parça olmalı” uyarısını haklı bulmuştu bulmasına ama Berber, maktulun cüzdanından çıkan Ayşe’nin isteği ya da haberi olmadan çekildiği belli olan fotoğraflarını gösterip maktulun hayattayken ne berbat bir adam olduğunu hatırlatınca fırının ateşi tekrar horlandı ve geriye pek birşey kalmadı. 


Gece yarısı yaklaşırken, dolunayın ışığı altında içkilerini yudumlayıp boğazdan gelen esintiye sohbetleriyle eşlik ettiler.


 “Çok fazla yedim” dedi Berber.


 “Ve de çok içtik” dedi Lostracı


 “Bir kilo et, daha az ya da daha fazla değil, kıkırdak yok, kemik yok, sadece et.” dedi sırıtarak Kasap.


 -Pişman olamayacak kadar aydınlık bir gece


 -Pişman olmayacak kadar yedik


 -Ve pişman olmayacak kadar yaşadık


 “Önemli olan ne söylediğimiz değil ama söylediklerimizin nasıl hissettirdiği. Önemli olan kelimeleri kullanarak onların ötesine geçebilmek” dedi Berber.


 “Bence gerçek bir veda sadece kelimelerle mümkündür” dedi Kasap.

 

Kasabın ona uzattığı, enkaz tabağından çıkan, lades kemiğine benzer kemiğe asılıp, “Sonunda kitabı yazmayı bitirdim” dedi Lostracı.

 

-Vay be, çok iyi haber. İsmi ne?

 

Lostracı uzun süredir bu kitapla uğraşıyor ama bir türlü sonunu getiremiyordu. Şerefe kadeh kaldırdılar.

 

-İsmi, Kandilli’de Cinayet.

 

Enkaz tabağını etraflarındaki köpeklere paylaştırırken, “Belki, artık bir nebze konusundan bize de bahsedersin”, dedi Kasap.

 

-Yakında basılacak. Efendi gibi alıp okursunuz.

 

“Kandilli’de Cinayet ha? Umarım gerçek hayat hikayelerine dayanmıyordur. Sohbetlerimize dört duvar arasında devam etmek hoş olmaz.” dedi Berber.

 

-1920’li yılların sonunda geçiyor. O yıllarda deniz uçakları var. İtalya, Brindisi’den kalkıyor, Atina’da durup sonra İstanbul’a devam ediyor. Uçağın yolcularından biri genç İtalyan kadın, tek başına. Hayal kırıklıkları içinde, karar veriyor, doğduğu, büyüdüğü şehri terkediyor. Ama Atina’da inecekken, uçakta uyuya kalıp, İstanbul’a geliyor. İskelede kıyıya çıkmasına yardım eden uçağın Türk pilotu ile tanışıp yakınlaşıyorlar. Genç Cumhuriyet’in ilk yılları. Kadın İstanbul’da kalıyor. Kandilli’de ev tutuyorlar. Adam uçuşlarda sürekli, evden uzak kalıyor. Bir kitapçı var mahallede, pencerelerinden renk renk çiçeklerin sarktığı, gizemli ufak tefek bir dükkan. Kadın oraya takılıyor. Yaşlı sahibi Yunanistan’daki yakınlarını ziyaret etmeye karar veriyor. Kadın da onun yokluğunda mekana göz kulak oluyor. Derken bir gün dükkanın arkasındaki tozlu kitapların arasında bir kutu dikkatini çekiyor. Üstünde bir karga resmi ve resmin altında İtalyanca ‘Puoi scegliere di non aprire la scatola. Ma se apri la scatola, dai da mangiare al corvo con le noci’ yazıyor. Yeterince anlattım. Gerisini de kitaptan okuyun.

 

-Daha içkilerimizi bitirmedik Lostracı. Oyun bozanlık etme. Hem bu özel gecede daha fazlasını dinlemeyi hak ediyoruz. Üzme bizi anlat biraz daha. Hem ne demek o, Puoi sceg…?

 

-Siz onu bırakın da, İmam’a ne diyeceğiz onu düşünün. Yarın sözde cenaze kalkacak ama bir şey kalmadı geriye. Ne yapacağız?

 

“Planladığmız gibi cenaze kalkacak. Ben ne yapacağımızı biliyorum. Dert etme! Sen anlatmaya devam et!” dedi Kasap.

 

-Peki o halde.

 

-‘Puoi scegliere di non aprire la scatola. Ma se apri la scatola, dai da mangiare al corvo con le noci’, ‘Kutuyu açmamayı seçebilirsiniz. Ama kutuyu açarsanız kargayı cevizle beslemelisiniz’ demek.  Kahramanımız haliyle afallıyor başta, kutunun içinde canlı bir karga mı var? Nasıl olur? Kutuyu açmadan içinde ne olduğunu anlamaya çalışıyor falan. Kutuyu açıp açmamakta kararsız kalıyor. Derken başından geçenleri düşünüyor ve kaderinin bu kutuyu açmak olduğuna kanaat getiriyor.

 

Emin misiniz, daha anlatayım mı? Sıkılmadınız mı?

 

Lostracı, Berber’in uzattığı puroyu yakıp diğerlerine katıldı ve anlatmaya devam etti.

 

-Kutunun içinden çıkan keğat yığınını incelemeye başlar. Her sayfa farklı bir cinayeti anlatıyor gibidir. Daha ilginci cinayetlerin bir kuşun gözünden anlatılmasıdır. Farklı zamanlarda farklı şehirlerde işlenen cinayetlerden bahsedilmektedir; 1700li yıllar Viyana”sında dünyaca ünlü musizyenin ölümünün aslında bir cinayet olduğunu anlatan hikaye, 1400 lü yıllarda Tahran’ı kana bulayan, Yusuf ve Züleyha’nın beraber işledikleri acımasız cinayetleri ve aşklarını anlatan sayfalar. Uzakdoğu’da, büyük ihtimalle Japoya’da geçen, karganın bir kafeste tutulup, türlü zahmetle sahibinin güvenini kazanarak kafesinin dışına çıkabildiği ve bulduğu ilk fırsatta sahibinin gözlerini oyup, özgürlüğüne uçtuğu hikaye ve daha başka hikayeler… Sayfaların hepsinin üstünde yer alan benzer sembolleri fark eder sonra ve uyuya kalır.  Sabah bir sesle irkilir. Cama gagasıyla vuran kutunun üstünde resmi olan kargadır ve ayağında tuttuğu keğat tabii ki yeni bir cinayeti anlatmaktadır. Bu kadar yeter. Neredeyse tüm kitabı anlattırdınız.

 

Boğaz’ın suları her daim bulanık ve karanlıktır. Bakanlar pek bir şey göremezler. Ama bakmayı bilenler için gece vakti bile görebilecekleri bir ömre bedeldir. O gece boğazın kenarına önce İmam ve omzundaki şempanze geldi. Başlangıçta tek görebildikleri akıp giden karanlık sudan başka bir şey değildi. Sonrasında perde açıldı: Suda yansımalarını farkettiler önce; ama bir gariplik vardı; gördükleri, omuzunda ufak bir insan olan imam cüppesi giymiş şempanzeydi. Birbirlerine bakıp tekrar boğaza döndüler; envai çeşit denizanasının aydınlatttiği rengarek suda binlerce balıktan oluşan sürününün peşine takılmış yüzerek geçen kurşuni renkteki panteri farkettiler. Sonra bir masanın etrafına dizilmiş hep bir ağızdan kimbilir hangi şarkıyı söyleyip neşe içinde kadeh kaldıran Kasap, Berber ve Lostracı geçti. Boğaz perdesini kapatmadan önce onlara el sallayarak uzaklaşan orangutan sahne aldı. Omzundaki şempanzenin orangutana el sallarken akan gözyaşlarını İmam farketmedi.

 

İmam ve şempanze camiden içeri girdikten epey sonra boğaza bu sefer Kasap, Lostracı ve Berber geldi. Aralarında ufak bir tartışma sürüp gitmekteydi.

 

-Umarım bu yaptığımız işe yarar. Yoksa İmam’ı hayal kırıklığına uğratmış olacağız. Siz anlatırsınız sonra…

 

“Sadece biraz şansa ihtiyacımız var” diyerek Lostracıyı sakinleştirmeye çalıştı Berber.

 

“Çok yedik” diye söze girdi Kasap.

 

-Hani çok aydınlık geceydi? Hani pişman olmayacak kadar yaşamış ya da yemiştik?

 

Lostracı söylenip dururken Boğaz bir kere daha perdesini açtı ve esnaf boğulmuş orangutanı musalla taşına hazırlamak için boğazdan teslim aldı.

 

İmam ve yanında sempanze önde, Kandıllı esnafı arkalarında saf tuttular. Sonunda İmam o soruyu sordu: Merhumu nasıl bilirdiniz?

 

Esnaf gülmemeye çalışıyordu.

 

“Maymuna döndük” diye, söylendi Lostracı.

 

“Esnaf adama sakal olmaz” diye, mırıldandı Berber.

 

“Birbirinizi yiyin ete para vermeyin” diye, fısıldadı Kasap.

 

İmam beklediği cevabı alamayınca yanındaki şempanzeye dönüp “Lanet olsun evrildiğin güne” deyip, okkalı bir tokat attı.

 

İmam’ın ilk uğurlaması hayal ettiği gibi olmamamıştı.

 

Cenazenin üstünden birkaç hafta geçmişti. Berber dükkanının önünde itişip kakışan meraklı kalabalık, içeriyi görmeye çalışıyordu. Bu durum oradan geçen imamın da dikkatini çekmiş, içlerindeki Kasab’ı farkedip soran gözlerle ona yaklaşmıştı

 

-Boğazdaki kazadan sonra, artık mahalleden ünlü eksik olmuyor imam efendi. İçeride Türkiye’nin ilk Nobel ödüllü yazarı var.

 

O gün, Kandilli’nın, ufak tefek pencerelerinden çiçeklerin sarktığı tek kitapçısında Lostracı yayınlanan kitabını imzalamış, Nobel ödüllü yazarımız da satın aldığı kitabı imzalatmak için  sıraya girmiş, Lostracı dahil olmak üzere herkesi şaşırtmış, sonrasında da Berber’e uğramıştı.

 

İmam duyduklarına inanamamış, çok heyecanlanmış, gerçek olamayacağını düşünmüş, biraz da kafası karışmış halde Kasab’a dönüp, “Salim Abidin’i mi traş ediyor bizim Berber?” diye sordu.

 

-Ah imam kardeşim, din adamlarının ortak sorunu bu: Kurgu ile gerçeği bir türlü ayırt edemiyorlar.

 

İmam dalıp gitti bir an. Sonra gittiği yerden hemen geri gelip, gözleri Kasab’ın gözlerinde “Kendi gerçekliğinden kuşku duymamak belki de kibirlerin en büyüğü” diye mırıldandı. Sonra da o olsa “Kendi gerçekliğinden kuşku duymamanın belki de kibirlerin en büyüğü olduğunu düşünmeyi seviyordu” derdim diye düşündü!

 

-Kurgunun üstadı içeride demek!

 

İmam kalabalıktan sıyrılıp, biraz da dengesini kaybedip, ter içinde, sendeleyerek berber dükkanından içeri dalıverdi. Bu, öte yandan, kesinlikle ünlü yazarımızla hayal ettiği karşılaşma şekli değildi.

 

 

-Hoş geldin İmam efendi. Bakın, tanıştırayım, size bahsettiğim mahallemizin imamı; dediğim gibi, hayranınız, fırsat buldukça sizin romanlarınızda kullandığınız cümlelere benzeyen cümlelerle yaşadıklarını ifade etmeye çalışır.

 

Traş bitmiş, ünlü yazar ayrılmak üzereydi. İmam’a elini uzattı. Sonra İmam’ın elini sıkıp, onunla tanışmaktan ne kadar memnun olduğundan, Lostracı’nın kitabını çok beğendiğinden, İmam ve diğer esnafın meydandaki 700 yıllık zeytin ağacı altında oturup ettikleri sohbetlerin namını duyduğundan, bir ara uğrayıp, hem edebi, hem de inanç ekseninde sohbet etmekten keyif alacağından, aslında ciddi, ciddi Kandilli’ye taşınmayı bile düşündüğünden, tabi ki isterse kendisi ile Nişantaşı’nda da görüşebileceğinden, onu misafir etmekten mutlu olacağından, ama önceden verilmiş bir sözü olduğu için şimdi ayrılması gerektiğinden, son birkaç haftadır yaşanılanların kendi romanlarında bile gerçekleşmeyecek kadar sıra dışı olduğundan, sanki İstanbul’da, Boğaziçi’nde başka bir alemin kapılarının açıldığını düşünmekten kendini alamadığından, hatta tam  şu içinde bulundukları anın bile gerçek mi yoksa kurgu mu olduğudan emin olamadığından, öte yandan, belki de, bu belirsizliği hissetmekten ve bu hisleri ile ilgili kafa yorup düşünmekten, hayallere dalmaktan, şimdi olageldiği gibi cümleler kurmaktan gizli gizli keyif aldığından, öte yandan bu hislerini batılıların tam olarak anlamayacağı ve kolaya kaçıp egzotik bulacağı gerçeğinden, ne yazık ki  tam bir doğulu gibi de hissetmediğinden, sonuç olarak  hislerinin aslında ne batı ne de doğuda karşılığı olmadığından ve son olarak sempanzeyi çok merak ettiğinden, bir araya geldiklerinde onunla da tanışmak istediğinden söz edip ve tüm bu bahsettiklerini sanki etrafında onlarca vazo var da  her an birkaç tanesini kıracakmış hissi uyandıran sakar tavırlar ve çekingen bir ses tonuyla dile getirip Berber’e döndü.

 

-Üstad cezamız nedir?

 

-Gölgede onbeş, güneşte yedibuçuk!

 

-Eyvallah.

 

Tahmin edeceğiniz üzere, ünlü yazarımız çıkıp, ardından kapı kapanınca, İmam’ın Berber’e ilk sorusu, “Koltuğa oturunca ne anlattı?” oldu.

 

-Üzerinde çalıştığı yeni romanını anlattı. Hem de tüm detaylarıyla. Ama kimseye anlatmayacağıma da söz verdirdi.

 

“Belki biraz anlatırsın canım’ dedi, İmam gülümseyerek.

 

Belki devam eder.

 

Merkezefendi dinledi

 

Back to Black – The Bryan Ferry Orchestra

I’m Not Your Dog – Baxter Dury

Gracy Train – Lou Donaldson

Her An Gelebilirim – Sena Şener

Safety in Numbers – Taxiwars

Whiplash – Metallica

Johnny Tetsu PipeIII– Maximum the Hormone

Rock-impro Goroshi – Maximum the Hormone

Mille Cherubini in Coro – Andrew Bird

Slow – Andre Hossein

Branduardi – Walter Long Trio

Moment Musical – Fritz Kreisler


Cumartesi, Haziran 13, 2020

Kandilli’de Cinayet-2- Olaylar Gelişir




Güney Afrika bandralı, devasa Pink Cigarette, Kenya’dan demir almış, dünyanın bir çok farklı şehrindeki limanlara uğramış, bir hayalet gemi gibi İstanbul boğazına doğru yaklaşmaktaydı. Greenpeace filosundan Esperanza ise zaten bir süredir Karadeniz’deydi. Ama o da yönünü İstanbul boğazına çevirmişti.

Kancanın büyük bir iştahla buluştuğu boğazın serin sularında dolaşan vapurlar, sıkıcı kaderlerinin peşinden gidedursunlar, o öğleden sonra yaşanacak tüm kargaşaya rağmen Kandilli İskelesi’ne yanaşacak tekne, yakında kayıplara karışacak tek yolcusu ile karşı kıyıdan henüz hareket etmemişti. Berber, her zamanki gibi boğazın kenarında yerini almış, basında fötr şapka, güneş gözlüğü, ağzında purosu ve elinde oltası, yanında getirdiği sandalyesine gömülmüş, neşe içinde etrafına bakıp anın keyfini çıkarmaktaydı.

Oltanın ucundaki yem suda hareket ederken, o, dün gece konuştuklarını düşünüyordu. Düşündükçe keyifleniyor, içi içine siğmiyordu. Başlarda imamı ikna etmek zor olmuştu. Ama sonradan, en çok da sanki o sahiplenmişti fikri. Gece boyunca tartışmışlardı. Kolay değildi: Bir cinayeti işlemeye karar vermek, ki daha kimi öldüreceklerini bile bilmeden, sadece öldürmeye, hele de dördünün ortak kararı olması; bunlar zaman alan işlerdi.  Konuyu, ev sahibi olarak berber açmıştı;

-Gencinden yaşlısına her yaştan insan oturdu bu koltuğa. Ne hikayeler dinledim yıllarca! Başlarda hepsi keyifli birbirinden ilginçti. Ama son zamanlarda, nasıl desem… Sanki hepsi birbirinin kopyası. Herkes artık üç aşağı beş yukarı aynı hayatı yaşıyor. Sıkıldım dinlemekten. İnsan düşünmeden edemiyor; bir fazla bir eksik ne farkeder? Bu koltuğa bir ölüyü oturtmak öte yandan, onu konuşturmak, traş etmek: Bundan sonra diyebilirim ki artık benim son arzum.

Bunları söylerken berberin gözleri doldu. Berber dükkanında gece yarısı duygusal anlar yaşanıyordu.

İmam konunun nereye gideceğinden habersiz, musalla taşında şimdiye kadar kimsenin yatmadığından, bu nededenle hissettiği eksiklikten dem vurdu. Bilinmez, belki bahsettikleri de imamın son arzusuydu.

Kasap pek birşey söylemedi, ama berberin konuyu nereye getireceğini hemen anlamış, müthiş keyiflenmişti. O da artık envai çeşit hayvan eti işlemekten, temizlemekten ve tüketmekten sıkılmıştı.

Lostracı, berber koltuğuna oturmuş kendi etrafında dönüyordu. Bir ölünün ayakkabılarını boyamak ha! diye içinden geçirdi. “Müthiş keyifli olacak.”

İmam, iyi de mahallemizde kimse ölmüyor işte. Öleceği de yok Ne yapabiliriz ki? Diye sordu. Berber, kasap ve lostracı önce birbirlerine bakıp sonra da imama döndüler.

-Bizim de artık bekleyecek sabrımız yok.

İmamın ikna süreci zaman aldı. Belki de tam olarak ikna olmadı.  Ama gecenin son sorusunu yine o sordu:

-Peki kimi öldüreceğiz?

Kasap ve Lostracı birbirlerine baka dursun, cevap berberden geldi;

-Tabii ki kimi öldüreceğimizi, bize O söyleyecek.

Diğerleri berbere boş boş bakarken o devam etti.

-Boru değil! Yanıbaşımızda, yaşamın ve ölümün kaynağı, kutsal Boğaz var. Tek ihtiyacımız uygun bir adak. Sizin anlayacağınız uygun bir yem. Gerisini hallederim ben.

Bu sefer de bakışlar Kasap’a döndü.

Planın ilk parçası hazırdı. Ayrılmaya karar verdiler. O sırada dükkanının dışındaki karaltı hızlıca uzaklaşıp fırının kapısından içeri süzülüverdi.

Kancanın etrafına toplanmış, yemi koklayan balıklar birden dağıldılar. Derinlerden hızla yaklaşan karaltı kancaya bir şeyler iliştirdi. Sonra da misinayı sertçe çekip, geldiği gibi hızla uzaklaştı. Berber misinayı, sanki, usturasını yumuşacık bir suratın üstünde hareket ettiriyormuşcasına, sakin ve yavaşça çekmeye başladı. Evet, zamanlama da önemli ama esas mesele yemi doğru seçmek, diyordu içinden. Hep söylerim işin püf noktası yem. Doğru yemle bu boğazdan çekemeyeceğin şey yok, diye geçiriyordu içinden. Kasap sağolsun.

Derken, önce boğazın yıllardır kimsenin tanık olmadığı mükemmel maviliği çıktı sudan. Berber misinayı çekmeye devam ederken, hadi hayırlısı, dedi içinden. Çocukluğundan bir an geldi sonra; bir öğleden sonrası, diz kapakları yara bere, kabuk bağlamış. Uyumakla uyumamak arasında. Belli ki yatakta. Evin büyüklerinin sakin, güven veren konuşması duyuluyor. Kahkahalar belli belirsiz uzaklardan eşlik ediyor. Sonra öksüz, kim bilir kimin? Bir düş kırıklığı çıktı sudan. Hemen arkasından, gençliğinden tadına doyulmaz bir an. Çektikçe çekiyordu berber. Acaba, dedi; film şeridi falan… Şöyle yokladı kendini, dinledi heyecanla atan kalbini. Sonra bir ‘oh’ çekti sudan.  Ardından da oltanın ucunda, kancanın takılı olduğu bir mantar ve içinde bir maket tekne olan, o mantarla kapatılmış minik şişe.  Ulan ne yemmiş! Kasap büyük adamsın dedi içinden. Şişeye dikkatlice bakıp, maktulu getirecek teknenin adını okudu. Sonra da kıs kıs gülmeye başladı.

-Daha iyi bir seçim olamazdı kutsal boğaz manitusu.

Hem Çanakkale hem de İstanbul boğaz kontrollerini nasıl aştığı bir türlü aydınlatılamayacak olan Pink Cigarette ve o saatlerdeki boğaz trafiğine nasıl olmuşsa ters yönde giriş yapan Esperanza, Kandilli civarında, güpegündüz, destansı bir şekilde birbirlerine girdi. Esperanza çok büyük hasar görmemiş, öte yandan Pink Cigarette birkaç saat içinde boğazın dibini boylamıştı. Kaza öncesinde herhangi bir vapur düdüğü duyulmamıştı. Ne rüzgar, ne sis ne de başka bir doğa olayı görünürde kazaya yol açmamıştı. Devasa Pink Cigarette’yi takip eden hiç bir römorkör ya da bot yoktu. Esperanzanın peşinden gelenler ise, müdahele edemeyip, sadece olaya yakından şahit olabildiler. O güne dek İstanbul boğazında bir çok farklı kaza meydana gelmiş, boğazın her yakasına sürüklenen gemiler karaya oturmuş, yalılara zarar vermiş, boğaz girişinin her iki tarafında da çarpışmalar yaşanmış, ama boğazda, böylesine bir kaza; iki geminin çarpışması daha önce hiç gerçekleşmemişti.

Berber malzemelerini toplamış, maktulun mükemmel bir seçim olduğu düşüncesiyle içi içine sığmıyor, bir an önce diğerlerine haber vermek amacıyla mahalleye doğru yürümeye başlamıştı ki, inanılmaz şiddette bir gürültü duyuldu.

İmam, aklında dün gece konuştukları, stresli olduğu zamanlarda hep yaptığı gibi caminin ortasında, yüksekçe bir merdivenin üstüne çıkmış avizenin camlarını parlatmaktaydı. Kazanın şiddetiyle altındaki merdiven sarsılmış, o da, caminin dev pencerelerinden kazaya şahit olmuştu.

Kasap ve Lostracı ise, Kasabın mekanının yanındaki toprak alanda bilye oynuyorlardı. Mahallenin çocuklarını uzun süre önce üttüklerinden, onlar sadece izleyebiliyordu. Gürültü ile birlikte hem oyuncular hem de izleyiciler uzaktan boğazı görebildikleri meydana koştu.

Tam bir panik anıydı yaşanan. Önce çoğu mahalleli deprem olduğunu sanmış, oraya buraya koşturmuş ama hemen sonrasında durum anlaşılmıştı. Yoldan geçen araçlar da durmuş, herkes kazayı daha yakından görebilmek için bu sefer de boğaza doğru koşuyordu. Berber ise şöyle bir geriye doğru bakıp yoluna devam etmişti. Sağından solundan insanlar ters yönde koşa dursun, o elindeki şişeye bakıp aklından şu dizeleri geçirdi:

- “haliç'te bir vapuru vurdular dört kişi
demirlemişti eli kolu bağlıydı ağlıyordu
dört bıçak çekip vurdular dört kişi
yemyeşil bir ay gökte dağılıyordu”

İmam bakışlarını kazadan parlatmakta olduğu avizeye çevirip söylendi:
-“ deli cafer ismail tayfur ve şaşı
maktulun onbeş yıllık arkadaşı
üçü kamarot öteki aşçıbaşı
dört bıçak çekip vurdular dört kişi”

Lostracı, kasap ve çocuklar boğaza bakarak hep bir ağızdan devam ettiler:
-“ cinayeti kör bir kayıkçı gördü
ben gördüm kulaklarım gördü
vapur kudurdu kuduz gibi böğürdü
hiç biriniz orada yoktunuz”

Berberin biraz önce terkettigi yerin biraz ilerisinde, iki yalı arasında kalan kimsenin pek bilmediği deniz seviyesinden bir nebze yüksek, kuytu, beton platforma önce elleri ile tutunan Ayşe Hatun, sudan çıkmadan dönüp, tekrar kaza yapan gemilere baktı ve mırıldandı:
- haliç'te bir vapuru vurdular dört kişi
polis kaatilleri arıyordu
deli cafer ismail tayfur ve şaşı
üzerime yüklediler bu işi
sarhoştum kasımpaşa'daydım
vapuru onlar vurdu ben vurmadım
cinayeti kör bir kayıkçı gördü”

Çok geçmeden kaza türk ve yabancı haber kanallarının bir numaralı konusu haline geldi. Yabancı çevre örgütleri ve -batan geminin kargosu nedeniyle- hayvan hakları dernekleri hemen gözlemcilerini İstanbul’a doğru yola çıkardılar. Ama asıl cümbüş Pink Cigarette’nin kaptanın açıklamaları sonrası kopacaktı.

Televizyonlara yansıyan ilk bilgilere göre Pink Cigarette’nin yükü dünyanın farklı bölgelerindeki limanlardan topladığı envai çeşit kaçak hayvandı. Gemi uzun süredir aranıyordu. Başka bir ilginç nokta ise gemi çalışanlarının hepsinin Kaptan’ın akrabası olmasıydı. Kazada hiçbir insan hayatını kaybetmemiş ama gemide ne kadar hayvan varsa hepsi boğazı boylamıştı. Hayvanlardan kurtulan olup olmadığı, Avrupa ya da Anadolu yakasına çıkıp çıkamadıkları ile ilgili haber kanallarına ulaşan herhangi bir bilgi yoktu. Sadece Esperanza’daki tayfalardan bazıları, kazanın olduğu sırada boğazın Anadolu yakasında sudan çıkan bir deniz kızı gördüklerini iddia ettiler.


Pink Cigarette’nin kaptanı kurtarıldıktan sonra ailesi ile birlikta gözaltına alınmış, bir süre konuşmayı reddetmişti. Ama daha sonra, yapacağı açıklamanın hiç değiştirilmeden haber kanallarında yayınlanması şartıyla kararını değiştirmişti.

Açıklamaları Türk ve dünya kanallarında aynı anda yayınlandı: Kaptan kaçak hayvan taşımadıklarını aslında Pink Cigarette’nin modern zamanların ‘Nuh’un Gemisi’ olduğunu, yaşanan küresel ısınma nedeniyle, dünyanın öngörülenden çok daha yakın zamanda suyla kaplanacağını, kendisinin ve ailesinin bu kutsal görevi gizlilikle yürütmek için seçildiklerini iddia edip, Greenpeace gemisi tarafından batırılmalarını ise çok manidar bulduğunu belirtmişti. İstanbul’a ilk defa geldiğini, daha önce fırsat bulamadığını, bunun için çok üzgün olduğunu, ama boğazın dünyada bir eşi daha olmadığını, kendisinin ve ailesinin çok daha farklı şartlarda burada olmayı isteyeceklerini ama yakında İstanbul da suyla kaplanacağından bunun ne yazık ki mümkün olmayacağını sözlerine eklemişti. Kendisine sorulan, peygamber olup olmadığı ya da Karadeniz’de nereye gitmeye çalıştığı sorularını ise yanıtsız bırakmıştı. En son da görüldüğü iddia edilen deniz kızının kendileriyle bir ilgisi olmadığını belirtmişti.

Açıklama geniş çaplı deprem etkisi yarattı. Merkez üssü İstanbul olup tüm dünyaya dalga dalga yayılan bir depremdi bu. Çok geçmeden Dünya’nın farklı şehirlerinde gösteriler ve kundaklamalar başladı. Kimin neyi savunduğu, hangi taraftan olduğu anlaşılmaz hale geldi. Sivil toplum örgütleri, farklı dinlerin liderleri, politikacılar, sanatçılar, bilim adamları bir biri ardına açıklamalar yapıyordu. Genel olarak politik düşüncesi, içinde yer aldığı sivil toplum örgütü, ya da dini görüşü her ne olursa olsun, bir grup, kaptanın açıklamalarını destekliyor, onu samimi buluyor, ama benzer dünya görüşüne sahip bu yapılar içinde onun tam bir düzenbaz olduğunu düşünenler de karşı cepheyi oluşturuyordu.

Bazı çevreci örgütler kaptanı destekleyen mesajlar vermişler öte yandan Greenpeace’i davalarına ihanet ettiği için lanetlemişlerdi. Bu görüşlere katılmayan diğer bir çevreci gurup ise, Greenpeace personelinin dünya çapında hayvan kaçakçılığı yapan bir mafya ailesinin planını can siperane biçimde çökerttiği için boğaza heykellerinin dikilmesi gerektiğini ifade etmişti.

Öte yandan hayvan hakları dernekleri de, karpuz gibi ortadan ikiye ayrılmış, bir grup aslında olayın kaza olmadığı, aksine içinde kasıt bulunduğu ve yaşananın Greenpeace tarafından gerçekleştirilen adeta bir soykırım olduğunu iddia etmiş, karşıt görüştekilerse bu yaklaşımın davalarını sulandırmaktan başka bir işe yaramadığını belirtmişti.

Greenpeace resmi bir açıklama yapmış, bu olayın çevreci hareketi parçalayıp etkisiz hale getirmeye çalışan uluslararası bir komplonun en son halkası olduğu, Esperanza’nın kaptanı ve personelinin suçsuz olduklarına inandıkları, davalarından böylesine sudan sebeplerle vazgeçmeyecekleri ve hukuki süreci yakından izleyecekleri yönünde görüş bildirmişti.

Bir grup din adamı böylesine kutsal bir görev için seçilen geminin isminin Pink Cigarette olmasının kabul edilemeyeceği şeklinde görüş bildirmiş, ama bu açıklamalar Feministlerin hışmına uğramış ve çok sert tepki görmüştü.

Pink Cigarette kaptanının açıklamalarının büyük bir yalan olduğunu, kendisi ve ailesinin aslında hayvan kaçakçılığı yaptığını iddia eden bir grup din adamı, hayvan hakları savunucusu ve özellikle muhafazakar politik düşünce gruplarının en önemli kanıtı geminin kaptanı ve mürettebatın Çinli olmasıydı. Bu yaklaşım da İnsan Hakları derneklerinin büyük tepkisini almış ve düpedüz ırkçılık olarak değerlendirilmişti.

İstanbul ama özellikle boğaziçinin iki yakasındaki semtler, yerli yabancı sivil toplum örgütleri, farklı din ve politik görüşe sahip çevrelerin bıkıp usanmadan gösteri ve açıklama yaptıkları, tüm bu olup biteni yakından takip edip yayınlamak isteyen basın ve medyanın ise bir daha hiç ayrılmamamak üzere kamp kurdukları mekanlar haline gelmişti.

İstanbul, sanki Osmanlı zamanındaki ihtişamını yeniden yakalamış, bir kez daha Dünyanın merkezi haline gelmişti. Oteller dolup taşıyor, restoranlar talebe yetişemiyor, ev ve arazi fiyatları roket hızıyla yükseliyordu.

Kazanın üzerinden neredeyse 1 hafta geçmiş, devlete yakınlığıyla bilinen, adı hem özel, hem de iş hayatı ile ilgili birçok skandala karışmış, kötü üne sahip, iş adamının kayıp haberi basılı ve görsel basında, çok sınırlı ölçüde yer bulabilmişti. Haberde kazanın olduğu gün, özel teknesi ile Kandilli iskelesine yanaştığı ancak, o hır gür içinde korumalarının izini kaybettiği, kendisinden bir daha da haber alınamadığı belirtiliyordu.

Kasap, güneşli ve hafif esintili, Kandilli öğleden sonrasında, dükkanının dışına, bazen bilye de oynadıkları toprak zemine iliştirdiği büyük tahta masa üzerinde kurdukları sofrada, lostracı ve berbere bir süredir özenle beklettiği etin en yumuşak ve leziz kısmından ikram ediyordu.

-İmam nerede kaldı, diye sordu diğerlerine lostracı.

Çok geçmeden, iskeleye inen yokuşta önce bir şempanze sonra da sempanzeyi omzunda taşıyan imam belirdi. Arada bir, önce imam sonra da şempanze arkalarına, boğaza dönüp bakıyorlardı.
Berber:
-Vay! Hoşgeldin. Görünen o ki ünün kıtaları ve de insanları aşmış imam effendi. Bu omzundaki cemaatinin son üyesi mi?
-O, sanırım, boğazın bize taa uzaklardan getirip sunduğu evrimin ve inancın tek bedende bütünleşen ufak bir kanıtı, diye cevap verdi berberin sorusuna lostracı. Sonra da imama dönüp devam etti:

-Hazır ol! Dostumuzu bu akşam traş edip ayakkabılarını boyadıktan sonra gece yarısını geçince senin musalla taşına getireceğiz. Sonrasında gozlerden uzakda istediğin gibi, bir törenle uğurlarız. Hazırlıklara başlayabirisin.

Kasabın pişirdiği etlerden damlayan kan imamın dikkatinden kaçmamıştı. Her zaman eti iyi pişirirken bu sefer belli ki az pişirmişti. Şarap da her zamankinden daha kırmızıydı. Ne olduğunu anlamış, bu durum pek hoşuna gitmemiş ama lostracının verdiği haber nedeniyle hissettiği heyecan bu hoşnutsuzluğunu bastırmıştı.

İmam omzunda şempanze uzaklaşırken:
-Tek parça olmalı, sakin abartmayın! Bozulmamış ve tek parça olmalı, diye tekrar etti.

Kasap arkalarından bakıp, haklı, dedi.  Sonra da eliyle işaret edip, sempanze etini lezzetli hale getirmek zor iş, çok uzun süre pişirmek gerek, dedi.

-Belki de milyonlarca yıl, diye ekledi, çiğnemekte olduğu etten inanılmaz keyif alan lostracı.

Devam edecek.

Merkezefendi dinledi
LonesomeWyatt and the Holy Spooks – Big Lie
El Creepo – Sick Amore
Those Poor Baştards –Give Me Drugs
Mastadon – Stairway to Heaven
The Dillinger Escape Plan – Mouth of Ghoşts
Mr. Bungle – Pink Cigarette

Perşembe, Haziran 04, 2020

Kandilli’de Cinayet-1- Tanışma


O yıl da Kandilli’ye baharı yine erguvanlar getirmişti. Moru mor, ama ömrü kısa erguvanlar, Kandilli’nın baharda giydiği envai çeşit yeşile kısa bir süre için de olsa yine eşlik ediyordu.
Hava daha aydınlanmamış, ama camları buğulanmış berber dükkanında sohbet çoktan başlamıştı. Sakal traşını yaptığı, dükkanın hemen önünden geçen, yolun sahil tarafının çok değil birkaç metre ilerisinde, iskelenin yanıbaşında, denize nazır küçücük caminin imamına, bir türlü cevabını alamadığı soruyu, biraz da sırıtarak, tekrar soruyordu berber:
-Sayın hocam topsakal caiz midir?
Soru bir kez daha kulaklarında yankılanırken, aynada kendine baktı imam. Sonra, berberin gittikçe daha çok bastırdığı usturasının kenarında beliren kendi kanına takıldı gözü. Usturanın kenarından yavaşça akarken kanı, aynanın üstünde, duvara asılı kılıca sabitlendi bu sefer de bakışları.  Artık zamanıydı. Sohbeti, dedi içinden, bir adım daha ileriye götürmeli.
-Usturan ilginç, aynanın üstünde asılı Zülfikar’a benziyor.
-Tesadüf. İki elimin ara sıra birbirini bulması gibi, sadece tesadüf imam efendi.
-O ellerin tesadüf eseri boğazımın üstünde birbirlerini bulmasın da. Hoş, tesadüfleri severim. Ne de olsa bu sefil hayatı anlaşılır ve yaşanılır kılarlar. Bu arada, fazla değil, birazcık pamuk iş görür.
Pamuk kanı emer diye düşündü imam. Bunları söylerken, bir yandan da, aynaya bakıp, pamuğun kanı emeceği fikrini düşünmeyi ne kadar çok sevdiğini itiraf etti kendine.
Eli kapının kolunda, buğulu camdan içeri dikiz attı önce lostracı. Tanık olduğu manzaradan memnun, Makedon atalarından miras vücudu gibi, ipince sarı bıyıkları kalkıp indi sabah serinliğinde.  “Tam da olmak istediğim yerdeyim” dedi.  Sonra da “Bu ne muhteşem buluşma ve bu ne muhteşem bir hayat!” diye yüksek sesle söylenerek adımını  attı kapıdan içeri.
Oturduğu koltuktan kalkıp, aynaya eğilmiş, boynundaki kesiği inceleyen imam ve ayakta, kılağı alma makinasında usturasını bileyen berber, bakışlarını o sırada kapıdan içeri giren lostracının parlayan ayakkabılarına çevirdiler. O ayakkabılarda öncelikle yıllardır eksik kalmış hayatlarına tanık oldular. Sonra boğazdan geçen ne kadar balık varsa hepsine.  Ama imamın da, berberin de, o sabah lostracının ayakkabılarana baktıklarında asıl farkettikleri, o ana kadar hayatlarında eksikliğini hissettikleri ne varsa, artık birer birer tamamlanacağıydı.
Kandilli eskisi gibi olmayacaktı. Orası kesindi.
-Sabah şerifleriniz hayırlı olsun beyler. Daha kasap gelmedi demek!
Önceki imam, durup dururken sırra kadem basmış, kendisinden bir daha haber alınamamıştı. Aynada, boynundaki kesiğe yoğunlaşmış, bu garip görünümlü; başında kasketi, boynunda fuları eksik olmayan, topsakallı, şivesi nedeniyle Kıbrıslı olduğunu tahmin edebileceğiniz, modern zaman imamı da bundan bir ay kadar önce pat diye çıkagelmişti.
Saatine baktı ve “İmam imamlığını yapmalı, benim kıldıracak bir namazım var” diyerek asılı kasketi ve fularını alıp kapıya yöneldi. Tam çıkarken de “Bu sabah sakalı çıkmayan bir berber, inancı olmayan bir imamı traş etti. Topsakalı bilmem ama bu kadarcık kanın dökülmesi caizdir.” diyerek hızlı adımlarla yolun diğer tarafına geçti.
-Adam tam bir profesyonel, dedi arkasından sırıtarak lostracı.
-Berber, koltuğu lostracıya döndürüp bakışlarıyla buyur etti.
Lostracı neşeli adamdı. Tavırlarındaki kibarlığı gibi, yüzündeki gülücüğü de hiç eksik olmazdı. Üstünde, her daim giydiği, paçası kısa kesim laciler, koltuğa oturdu neşeyle. Bir yandan hala “Bizim imam tam bir profesyonel “, diyordu.
-Sayın hocam senin için keramatı kendinden menkul diyorlar, dedi sırıtarak berber. Bir yandan da usturasını, omzunda asılı havluya siliyordu.
Aynada yarı tıraşlı suratına baktı lostra. Sonra berberle göz göze geldiler.
-Ah bu koltuk yok mu hocam! İnsan bu koltuğa oturdu mu anlatmak istiyor: Sırlarını, kimselere anlatamadıklarını…
-Bilmezmiyim, dedi keyifle berber.
-Bir sor bin işit. Senin dükkandaki koltuk kadar olmasa da bizimkinin de bir iki numarası var. Bak istersen ayaklarını kaldırıp şöyle etrafında bir tur at, diye de ekledi.
-Lostracı, çocuk gibi ellerini koltuğun iki yanına tutup neşeyle kendi etrafında döndü. İyice keyfi yerine gelmişti.
-Oturtsan, ölüyü bile konuşturur bu koltuk hocam. Bak bana neler söyletiyor
-Ayakkabılarını da boyarmıyız meftanın?
- E son yolculuğuna çıkacak ya! Tabii ki boyarız. Hem de nasıl boyarım.
-Hem bizim imamın da sorunu çözülmüş olur değil mi?
Sonra “Ama” diye devam etti berber. ‘Ama sendeki keramet bende yok: Traş ettikçe ne saçlarım uzuyor ne de sakalım çıkıyor.”
-Neydi o söz? Yaşadıklarımız…Hatırlayamadım.
-“Yaşadıklarımız, öldürdüklerimizdir”.
-Bir muamma hayatımız üstadım, dedi Lostracı.
Kandilli İskelesine yaklaşan vapurda, yaptıkları o kısa yolculukta tanışan Lostracı ve Kasap, bundan aşağı yukarı beş yıl önce Kandilli”ye ilk defa ayak basmışlar, bir daha da ayrılmamışlardı. Onlar gelene kadar ne lostracısı vardı Kandilli’nın ne de bir kasabı. Berberin Kandilli’deki geçmişi ise bir ömürden çok daha eskiydi.
İmam boğaza bakıp gırtlağını temizledi. Hem müezzini hem de imamı olduğu caminin küçücük minaresinin merdivenlerini çıkmıştı. Diğer camilerdeki elektronik düzenekleri, hoperlörleri kullanmak yerine, ezanı sadece kendi sesiyle okumayı daha ilk günden prensip edinmişti. Evet imam efendi, dedi boğazın karanlık sularına bakarak içinden, “Sen yarım bir imamsin ve bu gidişle de hiçbir zaman tamamlanamayacaksın.” İnançsız olması değildi kendisini eksik hissettiren. İmam, imam olalı daha camisindeki musalla taşına yatan olmamıştı. Kimseyi uğurlayamamıştı.
Derin bir nefes aldı kasap. Dükkanı, Kandilli İskelesini tepeden gören küçük meydanın köşesindeydi. Kapıyı çekip, etrafını çeviren kedi ve köpeklerin yemeğini verdi. Sonra da arnavut kaldırımdan aşağı seyirtti. Bir yandan yokuştan aşağı yürürken, bir yandan da karanlığa fısıldadı hiç unutamadığı dizeleri:
“Kırgın, minareye tırmanan bir müezzin gibi dalgın
Yürüyorum gece yarılarının geç hüznüyle”

İmam, ezan yerine, şu dizeleri okuduğunu hayal etti:
“Ah nerde göğü martılarla dolu limanı aşkın
Nerde gençliğimi evlad edinen mahir Tanrı?”

Sonra lostra ve berber aynaya bakarak bir ağızdan katıldılar:
“Kitapların balkonundan başka bir şey değilse cennet
Ummanında bencileyin bir muamma vardır elbet”

“Bir Kadın şarkı söylüyor devşirip rüzgarı
Farkında olmadan mülteci yalnızlığıma alnını dayayıp”
Ekmek ve şaraptan oluşan kahvaltısını, okumakta olduğu kitaptan işte bu dizelerle bitirdi, lostracının komşusu ve mahalledeki tek fırınının sahibi Ayşe Hanım.

Kandilli sabahlarında hava tertemiz ve serin olur. Gece boyunca akan boğazın suları sabaha doğru sakinleşir. Boğazın akıntısı sadece çeri çöpü değil, uykularındaki Kandilli sakinlerinin tüm kaygılarını, sıkıntılarını da alır götürür. İmamın dillere destan ezanı ise, açık pencerelerden girip uyuyanların üstüne yumuşak bir yorgan gibi serilir. Uyanmak bir yana, yorganı iyice üstlerine çekip daha da derin bir şekilde uyumaya devam ederler.

Kasap traş olurken, lostracı ve imam çaylarını yudumluyor, dördü hararetli bir şekilde sohbet ediyordu.

Kandilli’ye baharı erguvanlar getirdi. Berbere de baharı, kulağında bir erguvan, kapıdan başını içeri uzatıp, “Söyleyin bugün bana en çok hanginiz aşık? Hem niye susdunuz hemen, ne konuşuyordunuz öyle demli demli, diye sorup sonra da şuh bir kahkahayla uzaklaşan, fırının sahibi Ayşe Hanım getirdi.

Kahkaha uzaklaşırken Kandilli'nın esnafı hep beraber iç geçirdi.
Devam edecek...

Merkezefendi dinledi
El Creepo -Sick Amore
The Dillinger Escape Plan - Mouth of Ghosts
Les Claypool's Duo De  Twang - Man in the Box
Those Poor Bastards - Give Me Drags