O yıl
da Kandilli’ye baharı yine erguvanlar getirmişti. Moru mor, ama ömrü kısa
erguvanlar, Kandilli’nın baharda giydiği envai çeşit yeşile kısa bir süre için
de olsa yine eşlik ediyordu.
Hava
daha aydınlanmamış, ama camları buğulanmış berber dükkanında sohbet çoktan
başlamıştı. Sakal traşını yaptığı, dükkanın hemen önünden geçen, yolun sahil
tarafının çok değil birkaç metre ilerisinde, iskelenin yanıbaşında, denize
nazır küçücük caminin imamına, bir türlü cevabını alamadığı soruyu, biraz da
sırıtarak, tekrar soruyordu berber:
-Sayın
hocam topsakal caiz midir?
Soru
bir kez daha kulaklarında yankılanırken, aynada kendine baktı imam. Sonra,
berberin gittikçe daha çok bastırdığı usturasının kenarında beliren kendi
kanına takıldı gözü. Usturanın kenarından yavaşça akarken kanı, aynanın
üstünde, duvara asılı kılıca sabitlendi bu sefer de bakışları. Artık zamanıydı. Sohbeti, dedi içinden, bir
adım daha ileriye götürmeli.
-Usturan
ilginç, aynanın üstünde asılı Zülfikar’a benziyor.
-Tesadüf.
İki elimin ara sıra birbirini bulması gibi, sadece tesadüf imam efendi.
-O
ellerin tesadüf eseri boğazımın üstünde birbirlerini bulmasın da. Hoş,
tesadüfleri severim. Ne de olsa bu sefil hayatı anlaşılır ve yaşanılır
kılarlar. Bu arada, fazla değil, birazcık pamuk iş görür.
Pamuk
kanı emer diye düşündü imam. Bunları söylerken, bir yandan da, aynaya bakıp,
pamuğun kanı emeceği fikrini düşünmeyi ne kadar çok sevdiğini itiraf etti
kendine.
Eli
kapının kolunda, buğulu camdan içeri dikiz attı önce lostracı. Tanık olduğu
manzaradan memnun, Makedon atalarından miras vücudu gibi, ipince sarı bıyıkları
kalkıp indi sabah serinliğinde. “Tam da
olmak istediğim yerdeyim” dedi. Sonra da
“Bu ne muhteşem buluşma ve bu ne muhteşem bir hayat!” diye yüksek sesle
söylenerek adımını attı kapıdan içeri.
Oturduğu
koltuktan kalkıp, aynaya eğilmiş, boynundaki kesiği inceleyen imam ve ayakta,
kılağı alma makinasında usturasını bileyen berber, bakışlarını o sırada kapıdan
içeri giren lostracının parlayan ayakkabılarına çevirdiler. O ayakkabılarda
öncelikle yıllardır eksik kalmış hayatlarına tanık oldular. Sonra boğazdan
geçen ne kadar balık varsa hepsine. Ama
imamın da, berberin de, o sabah lostracının ayakkabılarana baktıklarında asıl
farkettikleri, o ana kadar hayatlarında eksikliğini hissettikleri ne varsa,
artık birer birer tamamlanacağıydı.
Kandilli
eskisi gibi olmayacaktı. Orası kesindi.
-Sabah
şerifleriniz hayırlı olsun beyler. Daha kasap gelmedi demek!
Önceki
imam, durup dururken sırra kadem basmış, kendisinden bir daha haber
alınamamıştı. Aynada, boynundaki kesiğe yoğunlaşmış, bu garip görünümlü; başında
kasketi, boynunda fuları eksik olmayan, topsakallı, şivesi nedeniyle Kıbrıslı
olduğunu tahmin edebileceğiniz, modern zaman imamı da bundan bir ay kadar önce
pat diye çıkagelmişti.
Saatine
baktı ve “İmam imamlığını yapmalı, benim kıldıracak bir namazım var” diyerek
asılı kasketi ve fularını alıp kapıya yöneldi. Tam çıkarken de “Bu sabah sakalı
çıkmayan bir berber, inancı olmayan bir imamı traş etti. Topsakalı bilmem ama
bu kadarcık kanın dökülmesi caizdir.” diyerek hızlı adımlarla yolun diğer
tarafına geçti.
-Adam
tam bir profesyonel, dedi arkasından sırıtarak lostracı.
-Berber,
koltuğu lostracıya döndürüp bakışlarıyla buyur etti.
Lostracı
neşeli adamdı. Tavırlarındaki kibarlığı gibi, yüzündeki gülücüğü de hiç eksik
olmazdı. Üstünde, her daim giydiği, paçası kısa kesim laciler, koltuğa oturdu
neşeyle. Bir yandan hala “Bizim imam tam bir profesyonel “, diyordu.
-Sayın
hocam senin için keramatı kendinden menkul diyorlar, dedi sırıtarak berber. Bir
yandan da usturasını, omzunda asılı havluya siliyordu.
Aynada
yarı tıraşlı suratına baktı lostra. Sonra berberle göz göze geldiler.
-Ah
bu koltuk yok mu hocam! İnsan bu koltuğa oturdu mu anlatmak istiyor: Sırlarını,
kimselere anlatamadıklarını…
-Bilmezmiyim,
dedi keyifle berber.
-Bir
sor bin işit. Senin dükkandaki koltuk kadar olmasa da bizimkinin de bir iki
numarası var. Bak istersen ayaklarını kaldırıp şöyle etrafında bir tur at, diye
de ekledi.
-Lostracı,
çocuk gibi ellerini koltuğun iki yanına tutup neşeyle kendi etrafında döndü.
İyice keyfi yerine gelmişti.
-Oturtsan,
ölüyü bile konuşturur bu koltuk hocam. Bak bana neler söyletiyor
-Ayakkabılarını
da boyarmıyız meftanın?
- E
son yolculuğuna çıkacak ya! Tabii ki boyarız. Hem de nasıl boyarım.
-Hem
bizim imamın da sorunu çözülmüş olur değil mi?
Sonra
“Ama” diye devam etti berber. ‘Ama sendeki keramet bende yok: Traş ettikçe ne
saçlarım uzuyor ne de sakalım çıkıyor.”
-Neydi
o söz? Yaşadıklarımız…Hatırlayamadım.
-“Yaşadıklarımız,
öldürdüklerimizdir”.
-Bir
muamma hayatımız üstadım, dedi Lostracı.
Kandilli
İskelesine yaklaşan vapurda, yaptıkları o kısa yolculukta tanışan Lostracı ve
Kasap, bundan aşağı yukarı beş yıl önce Kandilli”ye ilk defa ayak basmışlar,
bir daha da ayrılmamışlardı. Onlar gelene kadar ne lostracısı vardı Kandilli’nın
ne de bir kasabı. Berberin Kandilli’deki geçmişi ise bir ömürden çok daha
eskiydi.
İmam
boğaza bakıp gırtlağını temizledi. Hem müezzini hem de imamı olduğu caminin
küçücük minaresinin merdivenlerini çıkmıştı. Diğer camilerdeki elektronik
düzenekleri, hoperlörleri kullanmak yerine, ezanı sadece kendi sesiyle okumayı
daha ilk günden prensip edinmişti. Evet imam efendi, dedi boğazın karanlık
sularına bakarak içinden, “Sen yarım bir imamsin ve bu gidişle de hiçbir zaman tamamlanamayacaksın.”
İnançsız olması değildi kendisini eksik hissettiren. İmam, imam olalı daha
camisindeki musalla taşına yatan olmamıştı. Kimseyi uğurlayamamıştı.
Derin
bir nefes aldı kasap. Dükkanı, Kandilli İskelesini tepeden gören küçük meydanın
köşesindeydi. Kapıyı çekip, etrafını çeviren kedi ve köpeklerin yemeğini verdi.
Sonra da arnavut kaldırımdan aşağı seyirtti. Bir yandan yokuştan aşağı
yürürken, bir yandan da karanlığa fısıldadı hiç unutamadığı dizeleri:
“Kırgın,
minareye tırmanan bir müezzin gibi dalgın
Yürüyorum
gece yarılarının geç hüznüyle”
İmam,
ezan yerine, şu dizeleri okuduğunu hayal etti:
“Ah
nerde göğü martılarla dolu limanı aşkın
Nerde
gençliğimi evlad edinen mahir Tanrı?”
Sonra
lostra ve berber aynaya bakarak bir ağızdan katıldılar:
“Kitapların
balkonundan başka bir şey değilse cennet
Ummanında
bencileyin bir muamma vardır elbet”
“Bir
Kadın şarkı söylüyor devşirip rüzgarı
Farkında
olmadan mülteci yalnızlığıma alnını dayayıp”
Ekmek
ve şaraptan oluşan kahvaltısını, okumakta olduğu kitaptan işte bu dizelerle
bitirdi, lostracının komşusu ve mahalledeki tek fırınının sahibi Ayşe Hanım.
Kandilli
sabahlarında hava tertemiz ve serin olur. Gece boyunca akan boğazın suları
sabaha doğru sakinleşir. Boğazın akıntısı sadece çeri çöpü değil, uykularındaki
Kandilli sakinlerinin tüm kaygılarını, sıkıntılarını da alır götürür. İmamın
dillere destan ezanı ise, açık pencerelerden girip uyuyanların üstüne yumuşak
bir yorgan gibi serilir. Uyanmak bir yana, yorganı iyice üstlerine çekip daha
da derin bir şekilde uyumaya devam ederler.
Kasap
traş olurken, lostracı ve imam çaylarını yudumluyor, dördü hararetli bir
şekilde sohbet ediyordu.
Kandilli’ye
baharı erguvanlar getirdi. Berbere de baharı, kulağında bir erguvan, kapıdan
başını içeri uzatıp, “Söyleyin bugün bana en çok hanginiz aşık? Hem niye susdunuz
hemen, ne konuşuyordunuz öyle demli demli, diye sorup sonra da şuh bir
kahkahayla uzaklaşan, fırının sahibi Ayşe Hanım getirdi.
Kahkaha
uzaklaşırken Kandilli'nın esnafı hep beraber iç geçirdi.
Devam edecek...
Merkezefendi dinledi
El Creepo -Sick Amore
The Dillinger Escape Plan - Mouth of Ghosts
Les Claypool's Duo De Twang - Man in the Box
Those Poor Bastards - Give Me Drags
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder