Perşembe, Haziran 04, 2020

Kandilli’de Cinayet-1- Tanışma


O yıl da Kandilli’ye baharı yine erguvanlar getirmişti. Moru mor, ama ömrü kısa erguvanlar, Kandilli’nın baharda giydiği envai çeşit yeşile kısa bir süre için de olsa yine eşlik ediyordu.
Hava daha aydınlanmamış, ama camları buğulanmış berber dükkanında sohbet çoktan başlamıştı. Sakal traşını yaptığı, dükkanın hemen önünden geçen, yolun sahil tarafının çok değil birkaç metre ilerisinde, iskelenin yanıbaşında, denize nazır küçücük caminin imamına, bir türlü cevabını alamadığı soruyu, biraz da sırıtarak, tekrar soruyordu berber:
-Sayın hocam topsakal caiz midir?
Soru bir kez daha kulaklarında yankılanırken, aynada kendine baktı imam. Sonra, berberin gittikçe daha çok bastırdığı usturasının kenarında beliren kendi kanına takıldı gözü. Usturanın kenarından yavaşça akarken kanı, aynanın üstünde, duvara asılı kılıca sabitlendi bu sefer de bakışları.  Artık zamanıydı. Sohbeti, dedi içinden, bir adım daha ileriye götürmeli.
-Usturan ilginç, aynanın üstünde asılı Zülfikar’a benziyor.
-Tesadüf. İki elimin ara sıra birbirini bulması gibi, sadece tesadüf imam efendi.
-O ellerin tesadüf eseri boğazımın üstünde birbirlerini bulmasın da. Hoş, tesadüfleri severim. Ne de olsa bu sefil hayatı anlaşılır ve yaşanılır kılarlar. Bu arada, fazla değil, birazcık pamuk iş görür.
Pamuk kanı emer diye düşündü imam. Bunları söylerken, bir yandan da, aynaya bakıp, pamuğun kanı emeceği fikrini düşünmeyi ne kadar çok sevdiğini itiraf etti kendine.
Eli kapının kolunda, buğulu camdan içeri dikiz attı önce lostracı. Tanık olduğu manzaradan memnun, Makedon atalarından miras vücudu gibi, ipince sarı bıyıkları kalkıp indi sabah serinliğinde.  “Tam da olmak istediğim yerdeyim” dedi.  Sonra da “Bu ne muhteşem buluşma ve bu ne muhteşem bir hayat!” diye yüksek sesle söylenerek adımını  attı kapıdan içeri.
Oturduğu koltuktan kalkıp, aynaya eğilmiş, boynundaki kesiği inceleyen imam ve ayakta, kılağı alma makinasında usturasını bileyen berber, bakışlarını o sırada kapıdan içeri giren lostracının parlayan ayakkabılarına çevirdiler. O ayakkabılarda öncelikle yıllardır eksik kalmış hayatlarına tanık oldular. Sonra boğazdan geçen ne kadar balık varsa hepsine.  Ama imamın da, berberin de, o sabah lostracının ayakkabılarana baktıklarında asıl farkettikleri, o ana kadar hayatlarında eksikliğini hissettikleri ne varsa, artık birer birer tamamlanacağıydı.
Kandilli eskisi gibi olmayacaktı. Orası kesindi.
-Sabah şerifleriniz hayırlı olsun beyler. Daha kasap gelmedi demek!
Önceki imam, durup dururken sırra kadem basmış, kendisinden bir daha haber alınamamıştı. Aynada, boynundaki kesiğe yoğunlaşmış, bu garip görünümlü; başında kasketi, boynunda fuları eksik olmayan, topsakallı, şivesi nedeniyle Kıbrıslı olduğunu tahmin edebileceğiniz, modern zaman imamı da bundan bir ay kadar önce pat diye çıkagelmişti.
Saatine baktı ve “İmam imamlığını yapmalı, benim kıldıracak bir namazım var” diyerek asılı kasketi ve fularını alıp kapıya yöneldi. Tam çıkarken de “Bu sabah sakalı çıkmayan bir berber, inancı olmayan bir imamı traş etti. Topsakalı bilmem ama bu kadarcık kanın dökülmesi caizdir.” diyerek hızlı adımlarla yolun diğer tarafına geçti.
-Adam tam bir profesyonel, dedi arkasından sırıtarak lostracı.
-Berber, koltuğu lostracıya döndürüp bakışlarıyla buyur etti.
Lostracı neşeli adamdı. Tavırlarındaki kibarlığı gibi, yüzündeki gülücüğü de hiç eksik olmazdı. Üstünde, her daim giydiği, paçası kısa kesim laciler, koltuğa oturdu neşeyle. Bir yandan hala “Bizim imam tam bir profesyonel “, diyordu.
-Sayın hocam senin için keramatı kendinden menkul diyorlar, dedi sırıtarak berber. Bir yandan da usturasını, omzunda asılı havluya siliyordu.
Aynada yarı tıraşlı suratına baktı lostra. Sonra berberle göz göze geldiler.
-Ah bu koltuk yok mu hocam! İnsan bu koltuğa oturdu mu anlatmak istiyor: Sırlarını, kimselere anlatamadıklarını…
-Bilmezmiyim, dedi keyifle berber.
-Bir sor bin işit. Senin dükkandaki koltuk kadar olmasa da bizimkinin de bir iki numarası var. Bak istersen ayaklarını kaldırıp şöyle etrafında bir tur at, diye de ekledi.
-Lostracı, çocuk gibi ellerini koltuğun iki yanına tutup neşeyle kendi etrafında döndü. İyice keyfi yerine gelmişti.
-Oturtsan, ölüyü bile konuşturur bu koltuk hocam. Bak bana neler söyletiyor
-Ayakkabılarını da boyarmıyız meftanın?
- E son yolculuğuna çıkacak ya! Tabii ki boyarız. Hem de nasıl boyarım.
-Hem bizim imamın da sorunu çözülmüş olur değil mi?
Sonra “Ama” diye devam etti berber. ‘Ama sendeki keramet bende yok: Traş ettikçe ne saçlarım uzuyor ne de sakalım çıkıyor.”
-Neydi o söz? Yaşadıklarımız…Hatırlayamadım.
-“Yaşadıklarımız, öldürdüklerimizdir”.
-Bir muamma hayatımız üstadım, dedi Lostracı.
Kandilli İskelesine yaklaşan vapurda, yaptıkları o kısa yolculukta tanışan Lostracı ve Kasap, bundan aşağı yukarı beş yıl önce Kandilli”ye ilk defa ayak basmışlar, bir daha da ayrılmamışlardı. Onlar gelene kadar ne lostracısı vardı Kandilli’nın ne de bir kasabı. Berberin Kandilli’deki geçmişi ise bir ömürden çok daha eskiydi.
İmam boğaza bakıp gırtlağını temizledi. Hem müezzini hem de imamı olduğu caminin küçücük minaresinin merdivenlerini çıkmıştı. Diğer camilerdeki elektronik düzenekleri, hoperlörleri kullanmak yerine, ezanı sadece kendi sesiyle okumayı daha ilk günden prensip edinmişti. Evet imam efendi, dedi boğazın karanlık sularına bakarak içinden, “Sen yarım bir imamsin ve bu gidişle de hiçbir zaman tamamlanamayacaksın.” İnançsız olması değildi kendisini eksik hissettiren. İmam, imam olalı daha camisindeki musalla taşına yatan olmamıştı. Kimseyi uğurlayamamıştı.
Derin bir nefes aldı kasap. Dükkanı, Kandilli İskelesini tepeden gören küçük meydanın köşesindeydi. Kapıyı çekip, etrafını çeviren kedi ve köpeklerin yemeğini verdi. Sonra da arnavut kaldırımdan aşağı seyirtti. Bir yandan yokuştan aşağı yürürken, bir yandan da karanlığa fısıldadı hiç unutamadığı dizeleri:
“Kırgın, minareye tırmanan bir müezzin gibi dalgın
Yürüyorum gece yarılarının geç hüznüyle”

İmam, ezan yerine, şu dizeleri okuduğunu hayal etti:
“Ah nerde göğü martılarla dolu limanı aşkın
Nerde gençliğimi evlad edinen mahir Tanrı?”

Sonra lostra ve berber aynaya bakarak bir ağızdan katıldılar:
“Kitapların balkonundan başka bir şey değilse cennet
Ummanında bencileyin bir muamma vardır elbet”

“Bir Kadın şarkı söylüyor devşirip rüzgarı
Farkında olmadan mülteci yalnızlığıma alnını dayayıp”
Ekmek ve şaraptan oluşan kahvaltısını, okumakta olduğu kitaptan işte bu dizelerle bitirdi, lostracının komşusu ve mahalledeki tek fırınının sahibi Ayşe Hanım.

Kandilli sabahlarında hava tertemiz ve serin olur. Gece boyunca akan boğazın suları sabaha doğru sakinleşir. Boğazın akıntısı sadece çeri çöpü değil, uykularındaki Kandilli sakinlerinin tüm kaygılarını, sıkıntılarını da alır götürür. İmamın dillere destan ezanı ise, açık pencerelerden girip uyuyanların üstüne yumuşak bir yorgan gibi serilir. Uyanmak bir yana, yorganı iyice üstlerine çekip daha da derin bir şekilde uyumaya devam ederler.

Kasap traş olurken, lostracı ve imam çaylarını yudumluyor, dördü hararetli bir şekilde sohbet ediyordu.

Kandilli’ye baharı erguvanlar getirdi. Berbere de baharı, kulağında bir erguvan, kapıdan başını içeri uzatıp, “Söyleyin bugün bana en çok hanginiz aşık? Hem niye susdunuz hemen, ne konuşuyordunuz öyle demli demli, diye sorup sonra da şuh bir kahkahayla uzaklaşan, fırının sahibi Ayşe Hanım getirdi.

Kahkaha uzaklaşırken Kandilli'nın esnafı hep beraber iç geçirdi.
Devam edecek...

Merkezefendi dinledi
El Creepo -Sick Amore
The Dillinger Escape Plan - Mouth of Ghosts
Les Claypool's Duo De  Twang - Man in the Box
Those Poor Bastards - Give Me Drags



Hiç yorum yok: