Çarşamba, Kasım 19, 2008

Can, Mustafa ve Okuyanlar ile Okutanlar

Can Dündar’ın “Mustafa” filmi tartşmalara neden oldu. Filmi izlemedim, film ile ilgili tartışmalara katılmak gibi bir niyetim de yok. Can Dündar’ın geçmiş yıllardaki neredeyse tüm kitaplarını okumuş, belgesellerini izlemeye çalışmış biri olarak, kendisine ve yapıtlarına olan ilgimi nedensiz yere birkaç yıl önce yitirmiştim. Belgeselci Can Dündar ilgimi çekmiyor, hafızamda, yıllar önce Ankara Manhattan Bar’da Fender Blenders’ın solisti Özge Fışkın”ı izlemeye gelen Mirgün Cabas’a eşlik eden Çigdem Anad ve taifesinin yanında, arka sıralarda birasını yudumlayan, kalabalığın arasında hüzünlü yalnızlığı, zaafları ve insan yönü ile “Can”, silinmeye yüz tutan bir görüntü olarak yer alıyor. Sonuçta “Can”, inanıyorum ki böyle bir tartışmanın içerisinde olmak istemezdi, onun beklentisi, hüzünlü bir ses tonu ile insanların duygularına seslendiği tüm belgesellerinde olduğu gibi takdir görmek, en fazla Goran Bregoviç’in müziklerinin ne kadar güzel ve belgesel ile uyumlu olduğu yönündeki iltifatlara mahçup bir şekilde teşekkür etmek olmalıydı. Sonuçta bu bir belgesel ve izleyenler de var, izletenler de. Tıpkı okuyanlar ve okutanlar olduğu gibi. Tıpkı, ben doğmadan bir hafta önce, Ekim 1967’de , sevgili Can Yücel’in Ant Dergisinde yazdığı gibi :

Geçen gün Fenakent köyündeydim. Okul dağıldı. Fenakent bir dağ köyü, taşlık mı taşlık; köylü bir harmanlık ekecek yer açmak için dünyanın taşını tınazlıyor; her taraf iki üç adam boyu duvar. Onun için okulun dağılmasıyla çocukların duvarlar arasında kaybolması bir oldu. Sade bir çocuk kaldı ortada, önümden gidiyor, sapaya vurmuş. Hızlandım, yetiştim yanına. “Adın ne, Memet” dedim. “Adım Cafer” dedi. “Cafer, memlekette sınıf var mı?” dedim. “Olmaz mı hiç, ben dördüncü sınıftayım” dedi. “Bugün ne ders gördünüz?” dedim. “Aile bilgisi gördük” dedi. “Kitabı var mı?” dedim. “Aha” dedi. Uzattı kitabı. Baktım kapağına. Önlüğü tenteneli bir kadın, bir kız, bir de oğlan çocuğu pasta yapıyorlar. “Kaça bu?” dedim. “Babam 145 kuruş vermiş” dedi. Rastgele bir yaprak açtım. “Okuyuver bunu bana” dedim. Okudu: “Ev ailenin yuvasıdır. Bu yuvanın büyüklüğü o aileyi barındıracak kadar olmalıdır. Bir ev kiralanacağı zaman her şeyden önce kirasının aile bütçesine uygun olması düşünülür. Bundan sonra evin sağlığa uygun olması aranır. Yani evin bol güneş alması, damının akmaması, suyollarının iyi işlemesi, bacalarının iyi çekmesi istenir. Mutfak, aydınlık ve içinde rahat çalışılabilecek kadar geniş olmalı, fazla güneş görmemelidir... Yatak odaları evin bahçeye bakan yönünde olmalıdır. Sokak üstünde olursa, uykudakileri rahatsız eder. Yatak odalarında fazla eşya bulundurulmamalıdır. Yatak, sabah güneşini gören pencerenin karşısına konulmamalıdır. Buna dikkat edilmezse güneş, insanı vaktinden evvel uyandırabilir. Bu odalarda bulundurulucak eşya yatak, elbise ve çamaşır dolabı, tuvalet masası, bir de iskemledir. Evin bütün pencerelerinde olduğu gibi yatak odalarının pencerelerinde de güneşlik bulunmalı, bunun üstüne de ince, hafif ve yıkanabilir kumaştan yapılmış perdeler asılmalıdır.” “Yeter be, Cafer” dedim. “Uğur ola” dedim. Baktım ardından, taşların arasına girdi, kayboldu. Cafer, Türkiye’deki 3 milyon 430 bin köylü konutundan, 16 bini mağara, 200 bini penceresiz, helasız olan bir konutta oturuyor.

Doğru İstanbula’a gittim. Babıali’ye. Bu yolun yolcusunu buldum. “Ne iştir bu?” dedim. “Senin kafana kızılkurt sokmuşlar” dedi. “Onu at aklından, silkele ama şunu hiç çıkarma aklından” dedi. “Biz kaynaşmış bir kitleyiz, kaynamış kazan değil” dedi. “Pekiy, aile nedir?” dedim. “Aile” dedi, “en küçük işletmedir. Mesela bizim aile” dedi, “bir okutma işletmesidir bizim aile. Ama kapalı bir işletme değil. Öbür okutan ailelerle de birleştik, bir aile birliği kurduk. İlkokullarda 19 derse karşılık, 89 çeşit kitap basıyoruz” dedi. “Her yıl bunları azıcık değiştirip, fiyatlarını artırıp yeni baskılarını çıkartıyoruz, böylece eski kitapların okunmasını önleyerek, açıktan 500 milyon lira vuruyoruz, anladın mı?” dedi. “Anladım” dedim. “Pekiy, bu kitaplarla ne okutuyorsunuz?” dedim. “Bu kitaplarla mı? Kitapları okutuyoruz tabii” dedi. “Başka ne okutuyorsunuz?” dedim. “Biz mi?” dedi. “Biz daha başka şeyler de okuturuz” dedi. “Mesela, biz petrolleri okuturuz” dedi. “Madenleri okuturuz, sahilleri okuturuz” dedi. “Senin anlayacağın” dedi, “biz memleketi okuturuz” dedi. “Pekiy” dedi, “sonra, sen necisin? Kimlerdensin?” dedi. “Ben okuyanlardanım” dedim. “Çocuk musun sen?” dedi. “Çocuğum” dedim. “Demek sen okuyanlardansın” dedi. “Öyle” dedim. “Onu anladık, ama sen ne için okuyorsun? Onu anlamadım” dedi. “onu anlamayacak ne var” dedim. “Sizin topunuza birden okumak için okuyorum” dedim. “ Haaa” dedi. “Yaaaa” dedim.

Hiç yorum yok: