Cumartesi, Ağustos 27, 2005

Kayseri Seyahati

Kayseri'ye yaptığım yolculukta uzun süredir bir Anadolu kasabasından ya da köyünden geçmemişim gibi bir hisse kapıldım. Belki de güneye ve Ege'ye yaptığım seyahatler hep yazın olduğu içindir. Ya da ulaşılacak yere varma motivasyonu geçilen yol üzerindekileri görmemi engellemiştir.

Anadolu'da bir kasabaya yaklaştığınızda eğer kışın yolculuk ediyorsanız, ilk algıladığınız şey tezek kokusu oluyor. Belli ki çoğu ev, ısınmak için tezek kullanıyor. Tüm kasabaya hakim bir tezek kokusu, ve duman. Hele de hava kararmışsa, daha saat 18:00 bile olmadan, bomboş sokaklar karşılıyor sizi. Sağda solda park etmiş eski model arabalar. Farklı bir zamanda yaşıyor hala kasabalar oralarda. Kış, insanları daha gün bitmeden çoğu kerpiçten yapılmış evlerine hapsediyor. Siz köyü ortadan bölen anayolda sanki bir zaman tünelindeymiş gibi arabanızda ilerlerken, insanlar önceden çizilmiş basit hayatlarının erken uykusuna teslim olmak için hazırlanıyor.

Temelde büyük değişikliklerin olmadığı bir tekrarı yaşayarak yaşlanıp ölmüş insanların gömülü olduğu, bodur ağaçlar ile kaplı mezarlıklar yoldan da görülebilen, şehrin giriş ya da çıkışında, genelde hakim bir tepede bulunuyor. Öyle kasabalar var ki, yazın "şöyle bir ağaç gölgesine sığınsam"deseniz herhalde tek gidilecek yer mezarlıktır. Kışın da tezek kokusunun olmadığı tek yer buralardır sanırım.

Kaderine terkedilmişlik farklı şekilllerde kendisini gösteriyor yolculuk boyunca; çok sık rastladığım bir manzara; içi yanmış, camları olmayan iskelet halinde arabalar, genelde de ilginçtir volkswagen vanlar. Bu arabalar bir kaza olmuş da onun sonucunda işe yaramayacak diye orda bırakılmış araçlar değiller, hepsinin ayrı bir hikayesi var; örneğin volkswagen amblemi bir iskeletin göz oyukları gibi size bakan bir van vardı yol kenarında; bu arabanın ömrü orda bitmiş ama gerçekten bitmiş ve sahibi olan kişi de başında günlerce beklemiş, gündüzleri en yakın köye gidip geliyormuş ama köydekilere hiç arabadan bahsetmezmiş , geceleri arabada sabahlarmış sonra bir gün arabayı ateşe vermiş ve terkedip gitmiş, köyün çocukları ne yapıp ettilerse de o amblemi sökememişler arabadan, bu öyküyü dönüş yolunda otostop için aldığım bir öğrenci anlattı bana.

Kasabaların bittiği noktalarda, şehirlerin ışıkları da peşinizi bırakıyor. Alacakaranlıkta sizi kucaklayan bomboş ovalarda yolculuk etmek ise tam birkeyif. Özellikle hava bulutsuzsa, bu kış vakti yıldızlar inanılmaz bir görüntü oluşturuyor, arabanın içinden bile izlemesi çok keyifli, Aktur'un gökyüzü deyip dururdum ama geçen geceki manzara gerçekten benzersizdi.

Ve tabii ki benim bu anlattıklarımı algılamama katkısı olan ve bana yolboyunca yarenlik eden ipodu da saymadan geçemeyeceğim. Verdiğim paralara helal olsun.

3 yorum:

Adsız dedi ki...

"Farklı bir zamanda yaşıyor hala kasabalar oralarda"

Sakın Peynir kurdunun dünyası peynir kadar olmasın.

Adsız dedi ki...

Yakup Kadri Karaosmanoğlu'nun "Yaban" romanını hatırladım birdenbire.
Okumayanlarınız da lise edebiyat kitaplarından hatırlayacaktır bu romanı.
Kurtuluş savaşı sırasında, savaşta bir kolunu kaybeden bir subay bir Anadolu köyüne sığınır. Yazar, romanda aydın subayın gözünden köylüleri anlatır.
Köylüleri "yaban" gören (yabanın sözlük anlamlarından ikisi medeniyetten
uzak, yabani'dir) subayın köydeki lakabı "yaban" dır. Aydın ile halk
arasındaki kopukluğu çok güzel anlatan bir eserdir.

Yakup Kadri Karaosmanoğlu yıllarca milletvekilliği, yurtdışında elçilik
yaptığı için Anadolu'yu ne kadar yakından tanıyordur, yazdıkları ne kadar
kendi iç dünyasını yansıtıyordur bilemiyorum. Ama çocukluk yılları karış
karış Anadolu'da geçen hocamı biraz olsun tanıdığımı düşünüyorum.
Ellerine sağlık diyorum...

Bir de Yakup Kadri demişken, yazarın "Ankara" romanından bir alıntı
aktarayım dedim...

"Anadolu, şatafatın, gösterişin, reklam ve palavraların hiç geçmediği bir
diyardır. Burada umumi ölçüye göre iyi ve geniş yaşayan adamın adı
batakçıdır. İddialı kimselere bir geveze nazariyle bakılır ve reklâmcıya
sadece yalancı denir."

Adsız dedi ki...

Anadolu insanının fukaralığından cahilliğinden tembelliğinden mi dem
vurmalı? Yoksa Ahmed Arifin doyumsuz şiirlerindeki gibi duruma başka bir
açıdan bakıp onu destansı hale mi getirmeli, mertliğinden haksızlığa karşı
çıkan yapısından mı bahsetmeli? Bu fukaralık bu cahillik bu tembellik onun
suçu olarak mı algılanmalı yoksa başka diyalektik denklemlerin sonucu deyip
sorumluluğu farklı yerlerde mi aramalı?

Payımıza düşen sorumluluk var mı bu manzarada, yoksa bu insanları kendi
bacağından asıp ve naci hocamın cümlesini evirip çevirip "Peynir kurdunun
dünyası peynir kadar" deyip geçmelimiyiz .


"Anadolu, şatafatın, gösterişin, reklam ve palavraların hiç geçmediği bir
diyardır. Burada umumi ölçüye göre iyi ve geniş yaşayan adamın adı
batakçıdır. İddialı kimselere bir geveze nazariyle bakılır ve reklâmcıya
sadece yalancı denir."

hocamın alıntısına bakıyorum, bu düşüncede bir sakatlık var sanki,
anadolu halkı bu fukaralıktan kurtulursa daha iyi yaşam koşullarına
kavuşursa karakteri bozulacak gibi bir durum çıkıyor ortaya. Azla yetin
diyor, bu senin kaderin diyor Kadri.