Cuma, Ağustos 12, 2005

Bir Deprem, Bir Çocuk

“Deprem sonrasıdır yalnız sağlam binalar ayakta kalır bir tanem.”

Takvim yaprakları 30 Ekim 1983 tarihini gösterirken, bu kez karın ortasında rıhter ölçeğine göre 6,8 şiddetinde ağlayan Erzurumdu. Deprem sonrasıydı, herkes kandilli rasathanesinden gelecek açıklamayı bekliyordu. Çok gecikmeden açıkladı rasathane! Merkez üssü Erzurum, rıchter ölçeğine göre 6,8 şiddetinde. Deprem sonrasıydı, rıchter yegane ölçüdür dedi rasathane.Ben onu bilir onu söylerim dedi.Her şey ona göre belirlenir, ona göre hesaplanır, ona göre sarsılır, ona göre çatlar, ona göre yıkılır, esirgeyen ve bağışlayan dahi odur dedi. Oysa ne rıchter ne de başka bir öçek belirleyemedi yürek yangının şiddetini.Rasathanenin de bu konuda bir açıklaması olmadı. Hatta insanoğlu bütün bir uygarlık ve bilim serüveni boyunca asla bulamadı/bilemedi/ölçemedi yürek yangının / ciğer acısının şiddetini. Bir tek türkülerde tarttı ölümle ayrılığı, on gram ağır geldi ayrılık, ha birde seneler önce 1939 erzincan depremi için bir şair; ”Karın ortasında Erzincan ağlar/O ağlamasında kimler ağlasın” diye başlayıp en sonuna da “Cebimden verecek bir şeyim yok/Ancak yüreğimden verebiliyorum şeklinde bir not iliştirdiği rivayet olunan bir şeyler yazdı, hepsi o.

“Abi yanında girebilirmiyiz abi”

Seksenli yılların başıydı, 11-12 yaşlarında bir çocuktum, nereden bilebilirdim Ankaragücnün darbeci genarallerin devreye girmesiyle, şimdiki adı Türkiye kupası, o zaman ki adıyla federasyon kupasını kazanıp ikinci liğden, birinci liğe çıktığını. Gerçi bütün heyecanını futbol üzerine kurmuş bir çocuğun böyle bir şeyi biliyor olması, muhtemelen darbecilere daha bir sempatiyle yaklaşmasına vesile olurdu ya neyse. 1981 de Ankaragücü, yanılmıyorsam 1983 de de Gençlerbirliği yeniden birinci liğe çıkmıştı. 11-12 yaşında bir çocuktum, meşin yuvarlak diye tabir edilen futbol topu ancak birkaç zengin çocukta vardı, onlarda bizim mahallede oturmazdı.Bulup da oynayabildiğimiz en güzel top, patlak naylon topları ortadan yarıp, patlamamış naylon topa kap yapmak suretiyle, elde ettiğimiz kendi tasarımlarımızdı. Okulu her astığımızda soluğu anıttepe sahalarında alır, orada idman yapan amatör takımları izler, izledikçe heyecanlanır, hatta onların futbol toplarıyla çok kısada olsa oynama şansı bulduğumuz zamanlarda tarifsiz bir mutluluk hissederdik. Haftasonları ise 19 mayıs stadına maça gidecek olmamız nedeniyle içimizi bambaşka bir heyecan kaplardı. O yıllarda çocuklar büyüklerin yanında ücretsiz olarak stada girebiliyorlardı. Bu vesileyle mahalleden 3-4 çocuk her hafta maça gidip, özellikle kale arkası bilet gişelerinin yanında durup, maça gelen tanımadığımız büyüklere “Abi yanında girebilirmiyiz abi” şeklinde bir hitapla, en fazla üç ya da dört abi sonra muzaffer bir komutan edası ve coşkusuyla stada girmiş olurduk.

“Yöntem Sapması ve 2,5 luk Orgazm”

1984 şubatıydı, yanılmıyorsam 15 tatil diye de adlandırılan yarı yıl tatili dönemi ya da liğin devre arasıydı tam hatırlayamıyorum, merkezi Özal hükümeti 30 Ekim 1983 Erzurum depreminde zarar görenler yararına yurdumuzun her yerinde maçlar düzenlenmesine karar vermişti. Ankaradaki maç Gençlerbirliği ile Ankaragücü arasındaydı. Herzamanki gibi mahalleden 3-4 kişi 19 mayısın yolunu tuttuk. Yine her zamanki stada girdiğimiz kale arkası gişesinin önünde kendimizden son derece emin biçimde “ abi yanında girebilirmiyiz abi” dedik. İlk gel diyen abiyle ben gittim, beraber bilet gişesine ulaştığımızda, bu maçın yardım maçı olduğunu, o nedenle bir bilete iki kişi girilmesinin sözkonusu olamayacağını, çocuk dahi olsa bilet alınması gerektiğini, gişedeki görevliler gayet sakin bir ifade ile anlattılar. Yanında girdiğim abinin yüzündeki “yapabileceğim bir şey yok” ifadesi sonrası geri dönüp çıkmaya çalışırken, biri kardeşim olan diğer arkadaşlarımında stada girmek üzere başka abilerin yanında kuyrukta ilerlediklerini gördüm, sevinç ve heyecanları yüzlerinden okunuyordu, Benim geri geliyor olmam onların, yüzündeki sevinci bozmamıştı. Bir keresinde bir gişe görevlisi diğerlerinden daha iri olmamdan kaynaklı, benim “abi”nin yanında girmeme izin vermemiş bende başka bir abinin yanında başka bir gişeden giriş yapmıştım.O nedenle odur budur, önce benim girişimi garantiye almak için ilk abiyle ben girerdim.Muhtemelen yine benzer bir durumla karşı karşıya kaldığımı düşünüyor olmalarından, bizim çocukların heyecanları hala yüzlerindeydi. İlk arkadaşımın yanına gelirken, kuyrukta biletsiz kimsenin maça giremeyeceğine ilişkin söylemler dile getirilmeye başlamış, benim dışımda başkalarıda geri dönmek zorunda kalmış, bu söylentiler ve geri dönüşler bizim çocukların da yüzlerinin değişmesine yol açmıştı.Hep beraber dışarı çıkıp, başka giriş yolları aramaya koyulduk.Ama o gün tüm gişeler bize kapanmıştı, stada parasız girmemiz imkansızdı. Maçın başlamasına çok az bir süre kalmıştı, stadı umutsuz biçimde tavaf ederken, kapalı tribünler ile şeref tribünü girişi arasında bir adam bizleri çağırdı, yanına vardığımızda o sihirli cümleler bir çırpıda ağızından dökülüverdi, “-Maçta top toplayıcı (ikibuçuk) olmak istermisiniz”
O kadar kendimden geçmişim ki, şeref tribünü girişinin yan tarafındaki takımların girişi için ayrılan kapıdan adımımızı nasıl attık, soyunma odalarının arasından geçip, çıkış tüneline nasıl ulaştık hayal meyal hatırlıyorum. Ama 19 mayısı bilenler bilir, score board’un olduğu kale arkasının (saatli kale arkası şeklinde tabir edilir) önündeki çıkış tünelinden, sahaya bir çıkışım vardı ki, bıraksalar kısa kalın kıllı bacaklarım üzerinde yaylanarak ve karanlıkta akan bir yıldız gibi kayarak, tünelden taksime atlayacaktım.Saha görevlisi görev yerlerimizi bildirmek üzere çağırdı, ben kale arkasında ( tabiki saatli), Didinin Fenerbahçenin hocası olduğu yıllarda rumen kaleci Datcu’nun 17 yaşındaki yedeği Ankaragücü kalecisi Adil abimin arkasında görev yapayım dedim.Saha görevlisi hayranlık dolu gözlerle tamam dedi.Hepimiz yerlerimizi aldık ve maç başladı.Adil abimin auta bıraktığı topları uçarak yakalayıp, tekrar kendisine atmak, o zamanın yıldızları, bonof nazmiler, hurubeş mehmetler, maradona sadıklar, kör vehbiler, muammerler, büyük haluklarla bu kadar yakın olmak, motorları maviliklere sürmek,daha ne diyeyim nasıl diyeyim.

“Durumdan çıkan vazife”

30 ekim 1983 yılındaki Erzurum depreminde 1100 kişi hayatını yitirmiş ve çok sayıda bina, ev ve işyeri hasar görmüş, depremde zarar görenler için bütün ülke seferber olmuştu. Bu seferberlikte beni derinden etkileyen iki önemli olaydan birisi, yukarıda bahsettiğim, çocukluk heyecanımı iliklerime kadar yaşadığım 2,5 luk maceram, bir diğeri de erzurum depremine yardım için toplanan paraları kendi hesaplarına geçirmek suçundan tutuklanıp, o dönemin sıkı yönetim mahkemelerinde yargılanan bizim okulun müdür ve müdür yardımcısı. Müdür yardımcısı A.Manav beraat ettikten sonra saçları üç numara vaziyette okula gelmişti.Müdüre hanıma ne olduğunu ise hiç öğrenemedik.

Hiç yorum yok: