Cumartesi, Haziran 30, 2007

Polyanna Ölmüş!

Soğuk ve karanlık şehir sabahlarından birinde uyanmıştım yine. Hemen çorabımı ayağıma geçirip alt kata indim. Evi ısıtmakla görevli sistem bir şekilde gecenin bir vakti görevinden istifa ettiği için tekrar yukarı çıkıp kendisini uyardım. Ev ısınmaya başlamıştı. Lakin benim biraz sonra ısınacak olan evde kalmak gibi bir lüksüm yoktu. Çıkmam gerekiyordu. Çıktım. Merdivenlerden aşağıya doğru hafif hafif süzüldüm ve posta kutusunda sabahıma renk katacak bir iki broşür olduğu varsayımıyla posta kutusunu didikledim. Saçma sapan bir sürü şeyin arasından onlardan daha saçma ve sapan faili meçhul bir mektup buldum. Az saçma olanları eleyip en saçma olan bu mektubu attım çantama ve metroya doğru sık adımlarla ilerledim. Her sabah olduğu gibi bu sabah da garip bir durgunluk vardı metroda. İnsanlar sanki nereye gideceklerini bilmiyormuş gibi bakıyorlardı etrafa. Sanki gidecek onlar değilmiş de bir şekilde gideceklerin yerine gidiyorlarmış gibi… Kendime baktım. Bilinçli bir yolcuydum ben. Gideceğim yer, oraya ne zaman gideceğim ve oradan ne zaman döneceğim küçük defterimde kayıtlıydı. Aksi söz konusu bile olamazdı.

Beklediğim saatte beklediğim araç geldi ve ben de araçtaki yerimi aldım. Hemen çantamdan kimden geldiği belli olmayan mektubu çıkarıp, zarfını yırttım. Garip bir el yazısıyla “Polyanna Ölmüş!!!” yazıyordu mektubun başında. Hay Allah, belki de mektup falan değildi bu. Neden posta kutuma gelen her şeye mektup dediğimi düşündüm bir an. Acı bir yanılsama… Neyse, etrafımdaki bilinçsiz toplumdan uzaklaşmak için okumaya başladım:

“Küçük bir tezgâhın ardında geçen günlerin ardından, hafiften esintili ve sarmaş dolaş günler geçirmek üzere çıkılmış bir tatilde, tezgahın arkasından bir türlü kurtulamayan insanlarla dolu bir tatil yöresinde, biçimlerin ve biçimsizliklerin daha bir belirginleştiği küçük bir kumsalda uzanmıştık.”

Allah Allah!!! Kim bu uzananlar? Tanıyor muyum acaba her hangi birisini? Nedense iki kişi olduklarını düşündüm bir an. İki kişi kumsalda yüz üstü uzanmış ve sırıtarak yukarıdaki satırları yazıyorlar. “Uzanmıştık…” Düpedüz uzanıyor herifçioğulları. Eksi kırk derecede dişlerimiz takırdarken, eksi kırk derecede dört mevsimden diğer ucunu hatırlamazken, eksi kırk derecede yatağımızda bile tam olarak uzanamazken, bu herifçioğulları düpedüz ve apaçık uzanıyorlar. Ne diyorlar? “biçimlerin ve biçimsizliklerin daha bir belirginleştiği küçük bir kumsalda” Düpedüz ve sere serpe uzanıyor bu herifler…

Beynime bir an hâkim olup okumaya devam ettim:

“Özlem üstüne konuşmalarımız, hemen ardından gelen tatlı uyku aralarıyla süsleniyordu. Uyanınca da rüyalarımızın etkisindeki dalgalara süzülüyor, pembeleşen cildimize vuran güneşi süzen suyun içinde, gerek hayatın bozumundan gerekse kendi hayat oyunumuzdan bahsediyorduk. ‘Hayat bazen umuldukları getirmeyerek yardım eder bizlere’ dedim ona. Onun stresli göğüs kafesinden sabah girdiğimiz denizin dinginliğini çıkartmak, göçen yüreğini yönlendirmek, kekik kokan tepesinin tadını dilinde canlandırmak amacıyla.”

Hayat bazen umuldukları getirmeyerek yardımcı olur bizlere. “Umduklarımızı bulamadıkça varolan durumla mutlu kalmayı biliriz” mı demek bu? İstediklerimizin olmamasını sağlamak nasıl bir yardımdır, yanlış şeyler istemedikçe? Yanlış şeyler? Kim kendisi için yanlış şeyler ister ki? Ben istiyor muyum mesela? Hay Allah!!! Yanlışı doğrusu mu olur bu işin canım? İsteyen istediğini ister. Bu herifler ya da her ne halt iseler, sıcaktan uyuşan beyinlerini biraz olsun tazelemek için yazmış olsalar bu metni. De… bana niye göndermişler? Neden? Bunları tanıdığım açık. Ama gerçekten tanımadığım da bir o kadar aşikar. Kekik kokan tepelermiş!!! Böyle bir şarkı mı vardı?… Bir sabah (artık) dingin bir denize girsem ben de. Aslında hiç fena olmaz. Akdeniz’de bir yerlere bir tatile gitsem (artık), sakin bir kasabada tek turist olsam (sonunda). Sabah denizin dinginliğini stresli göğüs kafesime doldursam. Fena mı olur?…

“Pişmanlık görüntüsündeki bilgilerimiz…”

“Pelteleşmiş yalnızlığımız…”

“Geliştikçe hayatla dalga geçme şansları artar. Bu da hastalıklı bir ruhun üreterek eğlenmesini ve eğlenerek tükenmesini kesinleştirir.”

Bu adamlar her kim iseler benimle ilgili bir şeyler biliyor olmalılar. Kafamdaki bütün hastalıklı ifadeleri kağıda dökmüşler. Yıllardır düşünürüm, acaba hileli zarlar gibi hileli bir voleybol pisti yapılabilir mı diye… Bakın ne yazmışlar:

“Voleybol vantilatör ister…”

Bununla kalsa iyi gün içinde karizmamı artıracağını düşünerek kullanmak isteyip de kullanamadığım tüm kalıplar bu yazıda. Misal:

“Amatör bir şekil…”

“İşveli bir kelime…”

“aslında eğlenmek taşak ister…”

“elit kızın ümüğü…”

Her şey ama her şey burada… Yıllar boyu düşünüp bulduğum, fakat hiç kullanamadığım her şey kullanılmış. Küçük bir hikâyenin içinde, kullanmaktan korktuğum o harika ifadelerin hepsi var… Kim bu adamlar? Ya da kadınlar? Ya da adam ve kadın? Beni nerden bulmuşlar ve neden benim düşüncelerimi bana satıyorlar? Yıllardır kafamda kurduğum Akdeniz tatilinden bana nasıl benim oyuncaklarımla ama bambaşka bir üslupla ulaşabiliyorlar? Ben bunları nereden tanıyorum?

Kafamdaki acayip sorularla iniyorum metrodan ve ofisime doğru yaklaşıyorum. Bina kilitli. İçeri girmem mümkün değil. Cebimden bozuk para çıkartıp, binanın girişindeki kapının camına vuruyorum. Oldukça tiz bir ses çıkıyor. Bir görevli koşarak geliyor ve kapıyı açıyor. Tam “ne var?” diyecekken çok kuvvetli bir siren sesi sarıyor ortalığı. Görevli telaş içinde kayboluyor ortadan. Ben ise gürültünün içinde yalnız bekliyorum, kapının önünde. Birden siren sesi kesiliyor. Arkamda beliren polis araçlarıyla birlikte görevli kişide binanın içinde beliriyor. Tam ortalarındayım. Arkamdan polisler yaklaşıyor, görevli ise bir şeyler söyleyerek bana doğru koşuyor. İki saniye geçmeden arkamdan gelen iki polis beni alaşağı ediyor. Kafamı yere vuruyorum. Aman tanrım sanki patladı. Sakinleşiyorum ve tüm görüntüler kayboluyor. Sadece “durun durun” diye bağıran görevlinin sesi ve ben o sesi de kaybediyorum. Kafamın yarığının sessiz ve görüntüsüz dinginliğinde sere serpe uzanıyorum. Küçük bir tezgâhın ardında geçirilmiş günlerin ardından, hafiften esintili ve sarmaş dolaş günler geçirmek üzere bir tatile çıkıyorum. Biçimler ve biçimsizliklerin daha belirginleştiği, elit kızların ümüklerinden akan ballı derelerin içinde süzülmek, ateşten pembeleşmiş cildimin soyulmasını izlemek ve umuldukları bulamamanın cezasını çekmek üzere… Amatör bir şekilde eğlenmek için gerekli olan taşaklarım açıkta, çilek tarlalarında koşuyorum… Bir muamma gerisi… bir uçan muamma sallantısı…

2 yorum:

merkezefendi dedi ki...

Polyanna ölmüş kalmış, onu bilmem ama, benim hafıza harbiden sildi mi siliyor kardeşim; Kim demiş? Ne zaman demiş? Kime demiş? Ben mi demişim? Okuyoruz ordan burdan geçen günleri, o da denk gelirse.Sağolasın hocam.

Adsız dedi ki...

Merkezefendim,
Nasıl senin çocuklar? Küçük okula başlayacaktı değil mi bu sene?